Antalya açısından çok ciddi bir afet dolu hafta sonunu daha geride bıraktık. Uzun süredir bu kentte yaşayanlar, yoğun sağanak yağış ve fırtınadan bir gün sonrasının, güllük-gülistanlık olduğunu iyi bilirler.
Nitekim, Cumartesi günkü ürkütücü hava gitti, yüzleri güldüren güneşle Pazar gününü karşıladı.
Eminim ki bu duruma sevinen çok olmuştur ancak, kır esnafının sevincinin yanına kimse varamaz.
Açık park işletmecileri dahil.
Cumartesi öğleyin Sude ile baba-kız, Çakırlar’a gözleme yemeye gittik, Sağanak yağış henüz başlamamış, fırtına kopmamıştı. Selma hanım ve ailesinin işlettiği, “Köyüm”de gözlememizi yiyip, portakal-mandalinamız elimize tutuşturulduktan sonra, “Baba buradan sonraki durağımız Büyük Liman mı?” diye soruyordu.
“Her zamanki gibi programımız belli” cevabı verdiğimde, “Hiç olmazsa bu sefer kendimize başka bir uğrak yeri bulalım” demez mi?
”Senin programcılığına ne oldu? Son zamanlarda bu konuda tembellik yapmaya başladın” cevabını verince, “Aklıma bir yer geliyor ama, sanırım abartacağım” karşılığı geldi.
Merak etmedim değil. Ama, “Sude’ye gezme konusunda elimizi versek, kolumuzu kaptırırız” zihniyetinden, sessiz kalma hakkımı kullandım.
Ama o dayanamadı. “Sormadın aklına gelen yer neresi diye. Merak etmedin mi?” demesiyle, “Neyini merak edeceğim. Kesin Alışveriş Merkezi ve hamburger keyfi” dememle, “Yok. Orası değildi. Bi an Saklıkent’e gitmeyi düşündüm” diyordu.
Bu kız beni deli edecek.
Durduk yerden Saklıkent nereden aklına gelir, ne hayalleri kurar anlayamıyorum.
“Abartma Sude. Baksana fırtına ve yağış geliyor” bahanesiyle bu isteğini bastırmaya çalıştım, “İyi tamam, tamam sür arabayı sen Liman’a” diye mırıldandı.
Liman’a gittik, balıkçı Yalçın’ın balık tezgahlarının başındayız. Etrafta belli bir koşuşturmaca yaşanıyor ama, balıkçılar fırtına önlemi konusunda çoktan hazırlanmış bile.
Sude hanım Liman’ı pek sevmiyor hatta oraya, “Pis Liman” ismi takmıştı ya.,
“Ben arabada oturmak istiyorum” deyip, yürüyüp gidince, sıkıldığını anladım.
Liman’dan çıktık, eski Boğaçayı köprüsünün üzerinde bir yığın araba. “Baba bu arabalar burada niye duruyor” diye sordu, “Sence” diye sorusuna soruyla cevap verdim.
Ve bendeniz de çektim arabayı sağa, durup, diğerleri gibi denizi acı acı döven dev dalgaların çıkarttığı görüntüyü izlemeye başladık.
“Baba deniz kahverengiyi dönüşmüş. Baba şu dalgaya bakar mısın. Korkutucu bir görüntü ya” gibi ardı ardına laflar sıralıyordu.
Ama dev dalgalar hakikaten ürkütücüydü. Su serpintisi sahili talan etmiş, o serpintiler metrelerce uzaklıktaki bizim bulunduğumuz yola kadar geliyordu.
Derken tam arabayı çalıştırdım kalkış yapacağım, “Buradan da Hüsnü amcanın yanına mı” demez mi?
Bu kız resmen benim içimi okuyordu. Sanki beynime bir çip yerleştirmiş, o çip sayesinde beynimden geçirdiğim gidiş güzergahımızı bilgisayardan canlı olarak izliyor gibiydi.
“Evet” dedim, ve ardından bir kelime dahi etmedim, çünkü başka alternatif bir teklifle gelebilme şansının çok olduğundan, sinirimi zıplatma ihtimali yüksekti.
Yavuz Özcan Parkı’ndayız. Deniz karşımızda. Hava hakikaten ürkütücü. Konyaaltı sahilini döven dev dalgalar, burada da falezlerle resmen var olma savaşı veriyordu. O dalgalar falezleri dövdükçe dövüyordu.
Sude hanım denize bakıp, “Baba. Antalya’da neden deniz ulaşımı yok? Olsaydı bu havada da gemiler çalışır mıydı” sorusunu sormaz mı?
“Sence çalışır mıydı” dedim. “Sanmıyorum. Baksana bu havada bırak deniz üzerinde durabilmeyi, deniz kenarında dahi durmak güç” cevabı verirken, beynini çalıştırdığını yüz ifadesinden de okuyabiliyordum.
“Peki sence Antalya’da deniz ulaşımı neden yok. Bu konudaki fikrin nedir” sorusunu yönelttim.
“Böyle bir soruyu sorman gereken kişi ben değilim. Sanırım başbakan” dedi.
Elimle yat limanını gösterip, “Kızım şu aşağıdaki iki gemiyi limana bağlı tutan başbakan değil, Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı” dedim.
Ne cevabı verdi dersiniz?
11 yaşındaki çocuk, “Bizim başkan da amma da yatırma meraklısıymış.”
Evet.. Marifet yatırmakta değil, yatırım yapmakta. Bunu çocuklar bile biliyor artık.