Fakülteden zor-bela mezun olmuş bir “kaçkın” sıfatıyla CHP’nin kapısından girdiğimde yirmi beş yaşındaydım ve parti yeni açılmıştı. O güne kadar sosyalizm tedrisatından geçmiş bütün yeni yetme devrimciler gibi, CHP ve ardılı partilere hakaret etmekle geçirmiştim üniversite yıllarımı. CHP ve türevi partilerin gerçek halk hareketlerini engellemek için meydanda gezindiğini düşünüyorduk ve bu nedenle öfke duyuyorduk. (Ama o yıllarda bu denli haklı olduğumuzu vallahi ben bile bilmiyordum!).
Ve gün geldi, şartlar değişti, yıllarca hakaret ettiğimiz partinin kapısında buldum kendimi. (Türk siyaseti böylesi tuhaf şakalar yapmaya pek elverişlidir her daim). Deniz Baykal Genel Başkan’dı, koskoca SHP’yi (Sosyal Demokrat Halkçı Parti) ele geçirmiş ve resmen yutmuştu, karizması çok yüksekti ve üstelik bu şehrin evladıydı, Antalyalı!
Benim açımdan bütün “nesnel şartlar” olgunlaşmış görünüyordu, daldım kapıdan içeri, dalış o dalış. 1999 seçimleri benim literatürümde hâlâ “Öcalan Seçimi” olarak kayıtlıdır, o seçim PKK lideri A. Öcalan’ın Türkiye’ye tuhaf bir şekilde teslim edilmesi ile resmen manipüle edildi! Belediye başkanlığını, milletvekilliğini rüyasında bile göremeyecek pek çok insan, A. Öcalan sayesinde bu makamlara kavuştu! CHP %10 barajına takıldı ve Deniz Baykal istifa etmek zorunda kaldı.
Bir buçuk yıl sonra partiyi tekrar geri aldı ve Genel Başkanlık görevini 2010 yılı Mayıs ayına kadar aralıksız sürdürdü. Ve son derece alçak, aşağılık ve ahlaksız bir darbe tertibi neticesinde yeniden istifa etmek zorunda kaldı. Genel Başkan olduğu günlerde etrafı o denli kalabalıktı ki, biz yakınına bile yaklaşamazdık. Ne zaman ki düştü, onun sayesinde vekil olanlar, makam mevki sahibi olanlar kendisini lanetlemeye ve etrafını boşalmaya başladılar. Herkes “yeni” duruma göre pozisyon almaya çabalıyordu. Bir Deniz Bey’e baktım, bir de yeni CHP’yi inşâ etmeye çalışanlara; “bunlarla kazanmaktansa, O’nunla kaybetmek daha onurludur” deyip Deniz Baykal’ın yanında militanca saf tuttum.
Herkes, ama istisnasız herkes, Deniz Baykal’a ve onun yanında duran bir avuç insana, ya acıyarak, yahut “veba mikrobu” gibi bakıyordu! Yani tenhada denk getirseler bir kaşık suda boğacaklar, o derece! Daha düne kadar Deniz Baykal’a yalakalıkta sınır tanımayanlar, ona “ikinci Atatürk” muamelesi yapanlar, kapısından ayrılmayanlar, onun adını besmelesiz anmayanlar, en çok hakaret edenler listesinde başı çekiyorlardı. Biliyorum ki böyle zamanlarda “düşmüş” bir liderin yanında durmak, hatta yakınında görünmek, siyasette en hafif tabirle “salaklık” olarak değerlendirilir. Ve gerçekten salaklık yaptım, hayatımın en çok gurur duyduğum “salaklıklarından” birisidir, kabul ediyorum.
Şimdi öğrendik ki Deniz Bey hasta olup yataklara düşmüş. Üstelik Türkiye’nin böyle sağduyu sahibi, bilgili, deneyimli siyasetçilere en çok ihtiyaç duyduğu bir zamanda. Olacak iş mi şimdi bu? Deniz Bey, bu vaziyet size yakışıyor mu Allah aşkına? Yani şimdi iş mi bu yaptığınız? Haydi bakalım, toparlanın şöyle. Bakın buralarda mevsim sonbahar, yani Antalya’nın en güzel günleri. Şimdi lütfen kalkın ve Akdeniz’e karşı şöyle sade ve köpüklü bir kahve içelim hep beraber, bekliyorum.