Ne garip mahlukatız…

Elimizde olanın kıymetini bilmez, olmayanın peşinde koşarız…

Hep, fazlasını, daha daha fazlasını isteriz…

Gözümüz hep yukarıdadır. Aşağıda olanı görmeyiz…

Dünyayı verseler yetmez, başımızı gökyüzüne kaldırır, ayı, yıldızları güneşi de isteriz…

 

Ne garip mahlukatız…

Ne hırsımız geçer, ne isteklerimiz biter, ne arzularımız söner…

Yaradan’ın bize bahşettiği nimetlerin kıymetini ancak kaybettikten sonra anlarız…

Örneğin çocukluktan usanır, bir an önce büyümek için can atarız.

Büyüdükten sonra ise çocukluğumuza hasret çekeriz…

Mal mülk, şan şöhret uğruna sağlığımızı kaybeder, sonra elde ettiğimiz tüm serveti, varlığı sağlığımızı yeniden kazanmak için harcarız…

Kış geldiğinde yaz sıcaklarını iple çeker, yaz geldiğinde kış soğuklarını özleriz.

 

Ne garip mahlukatız…

Yaşarken hiçbir zevki, lezzeti, tadı kaçırmayız. Ömür boyu bunların peşinde koşarız ama bize bu hayatı yoktan bahşeden Allah’ı unutur,  nankörlük ederiz...

Düşünmeyiz hiç hayatın sonunu, bir gün ölümle olan kaçınılmaz randevumuzu…

Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar dururuz…

Oysa o gün mutlaka gelecek. Ölüm de hayattan payına düşeni mutlaka alacak…

O yıllar yılı peşinde koştuğumuz zevkler, lezzetler, tatlar bir bir yok olacak, anlamını yitirecek…

Her fani gibi unutulup gideceğiz…

Çünkü böyledir ilahi hüküm, böyledir kader…

 

Ne garip mahlukatız…

Tüm bunları biliriz bilmesine de, bilmezden geliriz, beynimizin en ücra köşesinde uyuturuz…

Ta ki, yakın çevremizde birisi ölünceye kadar…

Daha kısa bir süre öncesine kadar kanlı canlı karşımızda, yanımızda olan kişiyi cansız bir beden olarak toprağa verdiğimizde o kaçınılmaz sonun bir gün bizi de bulacağı aklımıza gelir…

İşte o zaman uykuya bıraktığımız ‘acı gerçekleri’ hatırlarız…

Ölüm aslında bir ‘uyanma’dır çünkü…

Bu yüzden mezarlıklar hep görünür yerlere yapılır…

Hep uyanık olmamız, ölüm gerçeğini asla unutmamamız için…

Ama yine de uyuruz, unuturuz ne yazık ki…

 

Ne garip mahlukatız…