Hepinizin malumu olduğu üzere, son zamanlarda sosyal medya ve telefon dolandırıcılığı bir hayli arttı. Öyle ki, hemen hergün basında, medyada bu tür haberlerle karşılaşıyoruz. Eğitimli-eğitimsiz toplumun her kesiminden insanın bu tuzaklara düştüğünü okuyor/dinliyoruz. Bir gazeteci olarak, bu tür haberlerle her gün haşır neşir olan biri olarak sanırım çok kınamış olmalıyım ki, benim de başıma geldi.
Evet evet yanlış okumadınız, ben de dolandırıldım…
Geçen hafta bir gün, evde akşam yemeğine oturduğum anda benim adıma kayıtlı olan ve eşimin kullandığı telefon çaldı. Tanımadığımız bir numara olması hasebiyle eşim telefonu bana uzattı. Açtım, karşıda tanımadığım bir ses, “Yunus biraderim na’ben na’pıyorsun” dedi. “Kusura bakma tanıyamadım” dediynce de, Almanya’da yaşayan bir asker arkadaşımın adını vererek o olduğunu ve ailesiyle Türkiye’ye geldiklerini söyledi. Hal hatır faslından hemen sonra da, “Giriş yaptıktan sonra İstanbul yakınlarında küçük bir kaza yaşadık, bizde bir şey yok ama araçta hasar var. Bir tamirciye çektirdim. Yeni giriş yaptığım için banka hesaplarım henüz aktif değil. Bana bir miktar para gönderebilir misin” dedi. Her ne kadar sesini tanıyamasam da (ki, yaklaşık 40 yıldır görüşmediğim birisi) yardım isteyen asker arkadaşıma hayır diyemedim ve talebi üzerine whatsapp’tan attığı ve ‘tamirciye ait’dediği iban numarasına bir miktar para gönderdim. Her neyse, ertesi sabah durumlarını sormak için aynı numarayı aradım ancak telefon çaldıktan hemen sonra meşgule atıldı. Bunu belli aralıklarla birkaç kez tekrarladıktan sonra dolandırıldığımı anladım. Bunun üzerine her dürüst vatandaşın yaptığı gibi hemen bir dilekçe yazarak Antalya Adliyesi’ne koştum. Müracaat savcılığına dilekçemi verip durumu anlattım. İfadem alındıktan sonra gereken yasal işlemlerin yapılacağı söylendi ve oradan ayrıldım. Amacım kaptırdığım parayı kurtarmaktan ziyade aynı kişi veya kişilerin başkalarını da dolandırmasını engellemekti. Gelin görün ki, ben ‘adaletin er ya da geç tecelli edeceği’ umuduyla ve gönül rahatlığıyla adliyeden ayrıldıktan çok değil iki gün sonra evime gelen bir savcılık kararı, sadece hayallerimi değil, adalete olan inancımı da yerinden sarstı. Savcılıktan gelen yazıda özetle, “Dosya kapsamı incelendiğinde; müştekinin asker arkadaşı olan bir şahsı tanımamasının mümkün OLMAMASI, bir ihtimal müştekinin yaklaşık 40 yıl önce askerlik yapmış olmasından dolayı askerlik arkadaşını hatırlayamaması kabul edilse bile her asker arkadaşınım diyen kişiye müştekinin para göndermesinin (buraya dikkat) HAYATIN OLAĞAN AKIŞINA AYKIRI OLDUĞU ve basit yalan boyutunda olan, müştekinin araştırmasını ve sorgulamasını engellemeyen olayda hile unsurlarının bulunmaması nedeniyle kamu davası açma imkanının bulunmadığı anlaşılmakta, şikayete konu olay bakımından suçun yasal unsurları oluşmadığından kovuşturma olanağının bulunmaması nedeniyle kamu adına kovuşturma yapılmasına yer olmadığına karar verilmiştir..” deniliyor.
Benim bu yazıdan anladığım, mealen söylenen şu; Sen bu kadar saf, salak, aptallık seviyesinde iyi niyetli olursan dolandırılman son derece normal…
Son yıllarda özellikle dolandırıcılık suçlarıyla ilgili davalarda savcılığın bu yaklaşımını ne yazık ki sıklıkla görüyoruz. Bu tür davalarda savcılıklar, ‘hayatın olağan akışına aykırı’ gerekçesiyle genellikle dava açılmasına gerek görmüyor ve adeta suçlu olanların cezalandırılmasını engelliyor. Oysa hukuk sisteminin temel işlevlerinden biri, bireylerin haklarını ve güvenliğini korumaktır. Dolayısıyla bu durum hem adaletin tecelli etmesi hem de toplumsal değerlerin korunması açısından ciddi sorunlar yaratıyor. Savcılığın ‘hayatın doğal akışına aykırı’ gerekçesiyle bazı dolandırıcılık davalarına müdahil olmaması, hukuk sisteminin toplumdaki güvenlik ve dürüstlük anlayışını nasıl zedelediğini de gözler önüne seriyor. Savcıların bir suçun işlenmesini sadece ‘düşük bir dikkatsizlik’ veya mağdur olanın ‘kendi hatası’ olarak görme eğiliminde olması suçlulara karşı ‘yumuşak bir yaklaşımı’ adeta meşrulaştırıyor.
Hayatın doğal akışı, bireylerin günlük yaşamlarını ve etkileşimlerini belirleyen bir kavramdır ancak bunun bir savunma ya da mazeret olarak kullanılması, adaletin zedelenmesine yol açıyor. Çünkü toplumsal sözleşme gereği, bireylerin güven içinde yaşamalarını temin etmek, devletin asli görevlerindendir. Dolayısıyla insanların kandırılması, özellikle finansal veya duygusal açıdan büyük zararlara yol açması, ‘doğal akış’ argümanıyla açıklanamaz. Savcılığın bu yaklaşımının merkezinde yatan bir diğer sorun da ‘iyi niyetin suistimali’ meselesidir. Hukuk, en temel düzeyde, bireylerin kendi çıkarlarını savunmalarını ve dürüstlükle yaşamalarını bekler. Ancak, bu beklenti, her bireyin tüm tecrübelerini ve bilgi birikimini doğru kullanacak kadar donanımlı olduğu varsayımı üzerine inşa edilmiştir. İyi niyetli olmak, kötü niyetli bireyler tarafından suistimale uğrayabilir ve çoğu zaman bu durum, mağdurların suçlu olduğu düşüncesiyle geçiştirilir. Örneğin, bir yatırım fırsatında mağdur olan kişi, genellikle ‘saf’ ve ‘dikkatsiz’ olarak etiketlenir. Bu perspektifin arkasında yatan da, insanların güveni üzerine kurulu olan bir toplumun ahlaki temellerinin sarsılmasıdır. Dolandırıcılığa uğrayan bir kişi, kendi doğrularına inanan ve başkalarına güven duyan bir bireydir. Hani derler ya, ‘kişi kendinden bilir işi’. Yani karşı tarafa güven duyması ‘salaklığından’ değildir.
Öte yandan, bu tür savunmaların yaygınlaşması, toplumda kötü niyetli bireylerin daha cesurca hareket etmelerine olanak tanıyacaktır. Çünkü eğer dolandırıcılığın öncesinde güven besleyen ve safça hareket eden bir kişi suçlu kabul ediliyorsa, o zaman dolandırıcılar daha rahat bir şekilde faaliyet gösterebilir. Hukuk, sadece suçluyu cezalandırmakla kalmamalı, aynı zamanda bu tür suçların toplumdaki etkilerini minimize etmek adına da caydırıcı olmalıdır. Eğer savcılık, dolandırıcılık suçlarına karşı daha güçlü bir tutum sergilemezse, bu sadece mağdurları daha savunmasız hale getirmekle kalmaz, aynı zamanda toplumda güvenin zayıflamasına da yol açar. Güvenin zedelenmesi, bireylerin başkalarına güven duygusunu kaybetmesine ve toplumsal bağların zayıflamasına sebep olabilir.
Sonuç olarak;
Dolandırıcılık, sadece bireyleri mağdur etmekle kalmaz, aynı zamanda toplumun temel ahlaki ve hukuki yapısını da tehdit eder. ‘Hayatın doğal akışına aykırı’ gibi soyut ve geniş bir gerekçeyle, bu tür suçlar cezalandırılmadan geçiştirilemez. Hukukun, mağdurun iyi niyetini değil, suçu ve suçluyu hedef alması gerekir.
Bu nedenle, savcılıklar ve yargı organları, dolandırıcılık suçlarını daha net bir biçimde tanımlamalı ve mağdurları suçlayan, onları ‘iyi niyetli’ oldukları için sorumlu tutan yaklaşımlardan kaçınmalıdır. Bunun yerine, hukuki sistemin tüm bireyleri eşit şekilde koruyacak ve suçluları adil bir şekilde cezalandıracak şekilde işlerlik kazanması sağlanmalıdır.