Bazı şeyleri karşımızdakilerin algı seviyeleri nedeniyle anlatmakta zorluk çekiyoruz. Bu yüzden de köşemizde aynı konuyu farklı şekillerde defalarca ele alıyoruz…

Olsun. Algılar açılana, anlatmak istediğimizi anlatana kadar yazmaktan vazgeçmeyeceğiz…

Gelelim konuya. Malumunuz bu köşeden defaten şu eleştiriyi yaptım; Bu ülkede başta siyaset olmak üzere hemen her şey Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a endeksli yapılıyor. Dolayısıyla yapılan eleştiriler de, övgüler de samimiyetten ve gerçeklerden uzak kalıyor…

Bunun çeşitli örneklerini de yazılarımda dile getirmiştim.

Şimdilerde de bu meyanda bir Osmanlı düşmanlığı modası aldı başını gidiyor.

Aslında öteden beri var olan düşmanlık, şu sıralar daha bir ivme kazanmış görünüyor. İsrail’e toprak satmadığı için Siyonistler tarafından ‘Kızılsultan’ olarak adlandırılan 2. Abdülhamit Han ile yıllar öncesinde başlatılan itibarsızlaştırma hamleleri şu günlerde sosyal medya denilen platform aracılığıyla adeta bir akıma dönüştürülmüş durumda.

Osmanlı’ya söven sövene.

Niye, çünkü mevcut iktidar Osmanlı’ya sahip çıkıyor…

Niye, çünkü Recep Tayyip Erdoğan Osmanlı’yı dilinden düşürmüyor…

Öyle ki, bugüne kadar Osmanlı’yı gururla ‘ecdadım’ diye sahiplenen milliyetçi kesimlerde dahi, “Osmanlı aslında Türk düşmanıymış(!)” söylemleri, paylaşımları yapılmaya başladı.  

Neymiş, Osmanlı öylesine Türk düşmanıymış ki, Türkçe bile konuşmuyormuş…

Yahu biraz vicdan, biraz insaf, Osmanlıca dediğiniz şey zaten Türkçe. Dönemin Türkçesi. Türkçe altyapısı üzerinde Arapça ve Farsça’nın serbest kullanımından oluşan bir dil. Zamanında da tartışma konusu olmuş. ‘Lisan-ı Osmani’ diye adlandırılmasına ünlü sözlükçü, yazar Şemseddin Sami, Kaşgarlı Mahmud, Yusuf Ulug Has Hacib, Ali Şir Nevai gibi dönemin aydınları karşı çıkmış. Bu dilin ‘Türkçe’ olduğunu ifade etmiş. Klasik devirde de ‘Osmanlı Türkçesi’ ayrı bir dil olarak algılanmamış, üç dilden oluşan bir karışım olarak görülmüş. Sarayda kullanılan dilde özellikle Farsça daha ağırlıkta olmuş. Sokakta ise Türkçe kelimeler daha yoğun kullanılmış. Sonuçta dil, binbir iç ya da dış etkenle yaşayan, değişen, bozulan, dönüşen veya oluşan bir olgu. 23 Aralık 1876’da ilan edilen Osmanlı İmparatorluğu ilk anayasası Kanun-i Esasi'nin 18’inci maddesinde, “Madde 18-Tebaa-i Osmaniyenin hidemat-ı devlette istihdam olunmak için devletin lisan-ı resmîsi olan Türkçeyi bilmeleri şarttır” denilerek devletin resmi dilinin ‘Türkçe’ olduğu ve Türkçe bilmeyenlerin devlet memuriyetine alınmayacağı vurgulanmıştır. Nitekim günümüzde kullandığımız modern Türkçe’nin ne kadarı saf Türkçedir o da ayrı bir tartışma konusudur…

Öte yandan, sosyal medyada Osmanlı’nın Türk tebaasını sürekli ezdiği, geri planda bıraktığı, zenginleşmesine, eğitim görmesine müsaade etmediği gibi türlü yalanlar, iftiralar, karalamalar sıralanmaktadır ki, bunlar akla da, vicdana da aykırıdır.

Osmanlı’nın sözüm ona hareminde yaşanan entrikaları anlatan ve büyük bölümü kurgulanmış yalanlardan oluşan ‘Hürrem Sultan’ adlı diziye alkış tutanların bugünlerde TRT ekranlarında izlenme rekorları kıran ‘Ertuğrul’ adlı diziye tepki göstermelerini iyi idrak etmek lazım. Ertuğrul’a tepkinin nedeni gerçekte Osmanlı’ya mıdır, yoksa bu tür dizilerin yapılmasını isteyen, destekleyen iktidara mı?..

Düşünün…

Sırf iktidarı zedelemek adına 600 yılı aşkın bir süre dünyaya hükmetmiş ecdadı karalamak hangi vicdana uyar?..

Ya Osmanlı’yı seven, benimseyen, ecdadına sahip çıkanları ‘AK Partili, Atatürk düşmanı, gerici’ diye nitelendirmek?!.