Antalya’nın 15 kilometre kadar gün doğusuna düşen ve Serik şosesinin kenarında eski Perge harabesi vardır. Bunun şimdiki adı Murtuna’dır (bu harabe hakkında muhtasar tarihi mâlumatı Antalya Livası Tarihi’nde yazmıştım). Buraya sonradan Karahisar Teke adı verilmiştir. Afyon Karahisarı’ndan ayırt edilmesi için bir Teke kelimesi eklenmiştir. Evliya Çelebi, buraya Kara Teke Hisarı adını vermektedir. Elime geçen bir mühürde Teke Karahisarı yazılıdır. Burasını Evliya Çelebi şöyle tavsif etmektedir:

‘‘Mâ takaddem/Önceleri Kayser binası imiş, badehu/sonra Frenkî Bedrenk müstevli olup/istila edip badehu Sultan Keyhusrev fethidir. Ondan Orhan Gazi fethidir !!. Teke paşasına hastır. Subaşısı hâkimdir ve 150 akçe şerif kazadır ve nahiyesi 70 pâre kuradır ve kalesi bir püşte/tepe üzere şekli murabbâ /kare bir küçük kaledir, yedi kulesi ve cenuba/güneye nazır bir kapısı vardır ve ensesinde havalesi vardır ve hendeği yoktur ve kale dizdarı/kale komutanı, neferatı/askerleri ve kethüda/idareci yeri ve serdarı/komutanı ve âyânı/senatosu yoktur. Ancak 70-80 hane Türkmen kavmi sâkindirler ve onlar dahi Temmuz’da yaylağa çıkarlar. Ol kadar mâmur kale değildir, ancak nahiyesi mâmur ve mahsuldâr kazadır. Onu temaşa edip kıble cânibine dağlar ormanlı sahralar içinden ubur edilir/geçilir.

Nehr-i Aksu azim sudur ta şimal/kuzey tarafında Hamid Vilâyeti’nde, Eğridir dağlarından ve Hamid derelerinden cem olup bu Kondı sahrası içinden ubur edip/geçip yine bu mahalle karib/yakın Akdeniz’e mahlut olur/karışır amma kanlı ve hayırsız sudur bu mahalde onu gemi ile güzer edip/geçip (Cumhuriyet devrinde Aksu üzerine beton bir köprü yapılmıştır) karşı canibinde Karye-i Görüş 200 evli bağlı ve bostanlı mâmur köydür. Onu geçip iki saat bir düz ormanlarda dırahtı âlileri /yüksek ağaşları temaşa edilir.

Nehr-i Ulusu bu dahi şark tarafında Hamid dağlarından gelip bu mahalde Sultan Alaaddin on bir göz cisr-i azimi/büyük köprüsü altından cereyan edip bu mahalde Akdeniz’e mahlut olur/karışır, derya-misil azim âb-ı hayat sudur ve gûn â gûn mâhîleri/rengarenk balıkları vardır ve cisrin Adalya canibinde binden mütecaviz saz ve neyden kulle-i ahzan misal dükkânlar vardır. Haftada bir cumartesi günü Serik nahiyesinden ve Karahisar’dan ve Alâiye ve Adalya’dan ve Teke ve Hamid’den kırk elli bin adam bir gün bir gecede cem olup azim pazar durur, Serik Subaşısı Nişancı Paşa hasıdır. Onun subaşısı ve Karahisar ve Manavgat kadısı ol gün onda hazır olup azim kavga ve davalar fasledip kadılara sicil için üç akçe hüccet için on akçe verirler, bir akçe ziyade talep etse piştahtasın başında pâre pâre ederler gider öyle lücuc Manavgat kavmidir ve Manavgat ne yerdir diye sual etsek ya geri kaldı ya ileridedir diye cevap ederler, böyle mezmûmu âfak kavimdir ve bu vilayet halkı bir hafta hesabın salı ve çarşamba ve perşembe ve cuma diye hesap edemezler, ancak her gün bir semtte pazar durur, ol pazarı günler ile hesap edip Ulupazar gece pazarı Ötepazar İleripazar ve Serik Pazarı ve Manavgat Pazarı diye sekiz günü sekiz pazar ismiyle ad ederler. Turfa/Çürük kavimdir, lâkin gayet musalli /namaz kılan halktır, bu pazarda bir gün meks edip/eylenip ulu cisrinden/köprüden ubur edip/geçip beş saatte düz ormanlar içre güzer edip sol tarafa…’’ Evliya Çelebi’yi burada bırakalım.

Eurymedon-Körü Çayı üzerine kurulmuş olan çok sağlam köprü, birinci Alaaddin Keykubat bin Keyhusrev tarafından yapılmıştır. Köprü kenarında yakın zamana kadar büyük bir Pazar kuruluyordu. Umûmi harbe/Birinci Dünya Savaşına kadar burada bir han bile mevcuttu. Bugün burada pazardan eser kalmamıştır. Köprü suyu Serik ve Manavgat kazalarını birbirlerinden ayırır.

Artık Manavgat kazasına girmiş bulunuyoruz. (Eski Piskopos kuyudatına nazaran kadim Manava piskoposluk şehri buralarda bulunduğundan bu havaliye Manavgat ismi verilmiştir. Kilise kuyudatına göre 680 tarihinde Manava ve bunun saha şimalinde kâin Ketenna ile bir piskoposluk şehri olmak üzere birleştirilmişti. Manava mevkii Ketenna ile dağların cenup cihetinde olan deniz sahillerinde olduğu Ramsey coğrafyasında yazılıdır (Hans Rot eseri, sahife 100 ve 419, Leipzig tabı). Mâlum ya, eski Yunâniler her şehre kendi ananesinden bir şey uydurarak şehir ve mevkileri Yunânileştirmek kaidesini tutmuşlardı. Halbuki Tokat, Yozgat, Manavgat isimlerinde görülen gat gibi isimlerdeki gad kelimelerine başka anlamlar aramaya hiç de lüzum yoktur. Gad, gat, kat, kada, kuday, Farsça huda, Sümerce gudea, Avrupa dillerinde gatt, gad hepsi bizim ağat ana kökümüzden üremiş ve hepsi önce Türkler tarafından telaffuz edilmiş mâbud adıdır. Kat, yükseklik, ışık manasını ifade eder.

Köprüden itibaren Tuğaylardan Bay Cemal’in arazisine girilir. Şosenin sol tarafında Çakış’taki Bay Cemal’in konakları yüksekçe bir tepe üzerinde görülür. Güney ve doğuya doğru uzanan geniş ovalar Çakış Ovası namını taşımaktadır. Eski kayıtlarda Çakış’ın Serlâvuş suretinde yazılı olduğunu görüyoruz. Burada eski eserlerden olarak yalnız tepenin batı cihetinde iri ve uzun tuğlalardan yapılmış ve üstü belirsiz mezarlara tesadüf olunmaktadır. Çakış Ovası’nda görülen yüksek kaya Zincirli Kaya adını taşır ki, üzerinde sarnıç ve harabe eserleri görülmektedir.

İş bu düz ovayı geçerek Taşağıl’a doğru giderken Filip Lübe tarihinin s. 107’de tasvir olunan âtideki tarihi vakayı hatırlamamak mümkün değildir. Milattan 452 yıl evvel Yunânîler, İrânîlere karşı sefer yapmışlardı. Yunan kumandanlarından Miltiyadis’in oğlu Kimon hoplitlerle dolu 200 sefineden/gemiden mürekkep olan donanması ile Anadolu sahilini dolaşarak bütün Yunânîleri, İran hükümdarına karşı isyan ettirmeye muvaffak olmuştur. Bu sırada Finike gemilerinden mürekkep İran donanmasının Köprü Suyu munsabunda/denize döküldüğü yerde bulunduğunu haber alır almaz, İran donanmasına âni bir taarruz icra ederek gemilerini tahrip eylemiştir.

Kimon, İrânilere karşı kazandığı bu parlak muzafferiyet ile kanaat etmeyerek İrânîlerin kara ordusuna taarruz etmek için donanmasına derhal yelken açtırdı. O sırada İran ordusu sahile yakın iş bu Çakış Ovası’nda tabye edilmişti/konuşlandırılmıştı.

İrânîleri bir hile ile basmak isteyen Kimon, askerlerinin en cesurlarını seçerek gemilere doldurdu ve onlara İran elbise ve İran başlığını giydirdi. Donama karaya yaklaştığı zaman İraniler gemilerin şekline ve tayfasının İran kıyafetlerine aldanarak gemilerin kendilerine ait üçer sıra kürekli kadırgalar olduğunu ve kendilerine bir imdat kuvvetleri geldiğini zannettiler. Fakat gece hulûl eder etmez kurnaz Kimon askerine lazım gelen talimatı verdikten sonra kendilerini karaya çıkardı ve İran ordusu tarafından dost gibi kabul olundu.

Bu kerre Kimon ansızın İran karargâhına hücum etti ve İrânîler arasında büyük bir kargaşaya meydan verdi. Kimon’un askeri rastgeldikleri düşmanı tepelemek için bu kargaşalıktan istifade ettiler ve kralın yeğeni olan ikinci kumandanı Federat’ın çadırına kadar sokularak onu da çadırda öldürdüler. Hücum o kadar gayri muntazar/beklenmeyen idi ki, bütün İrânîler firara kalkıştılar. Bir kısmı katledildi, bir kısmı yaralandı. Kısm-ı azamı ise kendilerine hücum eden düşmanı tanımıyordu. Bu gelenlerin Yunânîler olduğuna bir türlü inanmıyorlardı. Çünkü Kimon’un karaya asker çıkaramayacağına emin idiler. Civarda sakin muhasımları bulunan Pisidyalıların silahlanarak üzerlerine hücum ettiklerini zannediyorlardı. Binaenaleyh dahilden gelen düşmanlar tarafından taarruza uğradıkları kanaati ile dost zannettikleri donanmaya doğru firar etmeye başladılar.

Ay henüz doğmadığı cihetle gece karanlığında hatalarını tashih ve hakikatı hâli görmek ve anlamak imkânını bulamıyorlardı.

İşte İrânîlerin bu karışıklığı arasında ve katliâmın epeyce ilerlediği bir sırada idi ki, Kimon meşale işaretini verdi. Hücumdan önce Kimon askerine, her ne vakit bir meşale işaretini görürlerse o noktaya doğru toplanmaları için parola vermişti. Bu da Kimon’un ganaim hırsı ile askerin dağılmak tehlikesini hissetmiş olmasındandır. Bu işaret üzerine asker yağmayı bırakarak meşale etrafına toplandılar ve gemilerine bindiler.

Ertesi gün Kimon, biri karada diğeri denizde iki emsalsiz muzafferiyet kazandığını müş’ir bir zafer işaretini çekerek Kıbrıs adasını zaptetmek için yelken açtı. Kimon Kıbrıs’ta ölmüştür. (Süleyman Fikri Erten, TürkAkdeniz, Birinci Kânun 1937, sayı 6, sayfa 25-27)