Bir dağ köyünde doğdum. Babam yoktu. Vardı da, çok uzaklardaydı. Yanımda hep annem oldu. Belki de bu yüzden, bütün babaları uzak ve bütün kadınları hep ve hâlâ “anne” zannederim.

 

Sonra ilkokula gittim. Öğretmenim bir kadındı. Eğer anneminkileri saymazsak, -ki annelerinki sayılmaz,- hayatımın ilk dayağını öğretmenimden yedim. Henüz on yaşındaydım ve gerçekten çok şiddetliydi. Aradan bunca yıl geçti, ama tırnaklarımdaki o acı hâlâ geçmedi, bu gün bile tırnaklarımı keserken acır diye korkarım. Annemden sonra ilk kez bir başka kadın böylece ağlattı beni. -Ki annelerin ağlattığı sayılmaz-. 

 

            Sonra işte,,, büyüdüm ve fakülteli oldum. Zaten fakülteye de ilim tahsil etmeye değil, güzel bir kızın ellerinden tutabilmek umuduyla gitmiştim. (Hem zaten ilim tahsil edecek olanın üniversitede ne işi var, kütüphaneler ne güne duruyor?)  Ve gittiğim fakültede ve şehrin sokaklarında binlerce güzel kız vardı, esaret günlerim nihayet bitti diye sevindim.

 

            Sonra kadınların erkekler tarafından sürekli baskı altında tutulduğu, aşağılandığı, itilip kakıldığı yolunda kitaplar okudum, nutuklar dinledim. Söylenenleri biraz abartılı buldum, lakin söyleyenler kerli ferli adamlardı, inandım.

 

            Sonra her yılın 8 Mart günü, yumruğumu havada sıkarak, henüz bir tanesinin bile elinden tutmadığım kadınlara yaptığım binlerce yıllık zulümden ötürü, gelmiş geçmiş bütün Dünya Kadınları’ndan özür diledim!!

 

            Sonra bir muhacir kızına aşık oldum. Ama onun ürkek ellerini bir kere bile tutamadım. Çünkü benim o günlerde “çok büyük” ve “kutsal” işlerim vardı, “tarih üstümüze yıkılıyordu”, “devrim kapıdaydı”, aşk bekleyebilirdi, ama benim nefesim olmazsa dünya yarın sabahtan itibaren dönme eylemine son verebilirdi!? Şu halde, elbette bir güzel kıza ayıracak zamanım olamazdı. Tarih beklemezdi, ama o Eskişehirli muhacir kız beni; aynı titreyen parmakları, aynı gülen  gözleri, aynı yeşil bakışları ve aynı ürkek kalbiyle kıyamete kadar bekleyebilirdi!!

 

            Nihayet yedi yılın sonunda fakülteye veda ettim ve aç karnımı doyurabilmek umuduyla, enfes bir Akdeniz şehrine geldim. Aslında aç karnımı mı doyurmaktı muradım, yoksa aç ruhumu mu, inanın bilmiyorum.

 

            Sonra işte,,,  düştüm, kalktım ve büyüdüm. Kadın denilen mahlûku tanımanın hayatın en büyük eğitim-öğretim faaliyeti olduğunu anladım. Diyebilirim ki benim için gerçek fakülte yaşamı asıl o zaman başladı. Bir kadın nasıl acıtır ve acıtılır, bir kadın nasıl ağlatır ve ağlatılır, bir kadın nasıl büyütür ve büyütülür, bir kadın nasıl sever ve sevilir, bir kadın nasıl delirir ve delirtilir, işte o “fakültede” öğrendim.

 

            Sonra bir kadının, korkak bir erkeğe asla aşık olamadığını öğrendim.

            Sonra, bir kadına aşık olabilmek için, o kadın kadar cesur olmak gerektiğini öğrendim.  

            Sonra dünyanın en cesur kadınının Madam Bovary olduğunu öğrendim.

            Sonra, hiç bir erkeğin bir kadın kadar cesur olamayacağını öğrendim.  

 

            Sonra…

 

Bir kadını tanımanın, gerçekte bütün bir hayatı tanımak olduğunu öğrendim.

 

------------------------------------------------------------

Not: Aslında Dünya Kadınlar Günü için kaleme aldığım bir yazıydı, ama bu güne yetiştirebildim. Affola.