Aslında devlet işleriyle fazla iştigal etmenin “ölümcül” neticeler verdiğini tarikat-cemaat şeyhleri çok iyi biliyorlardı, ama yine de siyasetle ilgilenmekten ve bu yolla devletin “nimetlerinden” yararlanmaktan kendilerini alamıyorlardı. Cumhuriyet döneminde de bu gelenek devam etti. İlk başlarda tekke ve zaviyelerin tamamı kapatıldı, yasaklandı. Ama yine de bu gelenek yaşamaya devam etti. Ve hiç kuşkusuz bu dönemin en popüler din alimi Said-i Nursi idi. Sessiz ve fakat çok etkili bir duruş sergileyerek, Anadolu köylüsünün kalbini fethetmeyi başardı. 1950’den itibaren Said-i Nursi çevresine ilave olarak Nakşiler, Süleymancılar, Menzilciler ve pek çok irili ufaklı cemaat ve tarikat, yeniden politize oldular ve siyasetle, devletle temasa geçtiler.
Ve “Fethullahçılar” sahneye çıkıyor
1960’lardan itibaren Anadolu’da iki büyük İslamcı ana akım öne çıkıyordu, Nakşiler ve Nurcular. Her ikisi de son derece politik davranıyorlar ve devlet yönetiminde daha etkin olmak için büyük gayret gösteriyorlardı. 1970’lerde Nakşiler siyaset sahasında daha çok yer kapmış gibi görünüyorlardı. Bu günlerde elbette Nurcular da boş durmuyorlardı, Fethullah Gülen adlı bir vaiz, “Nurcular” denilen camiayı büyük ölçüde kendi çevresinde konsolide etmiş görünüyordu ve siyaset meydanlarında değilse de, kamu idaresinde güçlenmenin gayreti ve telaşı içindeydiler.
90’lar; devletin düşüşü, cemaatin yükselişi
Nakşiler daha çok siyasette, ticarette ve meslek odalarında yapılanmayı tercih ederken, Fethullahçılar ordu, emniyet, yargı ve eğitim alanında örgütlenmeyi tercih ediyorlardı. Siyaset pazarında görünmemeleri, yurt dışında açtıkları Türk okulları, açıktan bir siyasi partiye angaje olmamaları ve hangi hükümet gelirse gelsin ilişki kurabilme yetenekleri, Gülen Cemaati’nin her daim daha sempatik algılanmasını sağlıyordu. Öyle ki, Bülent Ecevit gibi sıkı laikçi, devletçi ve seküler bir politikacı bile, Fethullah Gülen ile iş birliği yapmakta herhangi bir sakınca görmüyordu. 90’lı yıllarda devlet içinde büyük bir “iç savaş” yaşanırken, Gülen Cemaati sessiz sedasız kamu yönetiminde ve ticari sahada güçlenmesini arttırarak sürdürecekti.
28 Şubat Tiyatrosu!
28 Şubat süreci İslamcı kesim üzerinde çok sert bir kasırga gibi esti. Devlet, askeri bürokrasiyi ve toplumun bazı laik-seküler kesimlerini sahaya sürdü ve “gerekirse bin yıl sürecek” diyerek İslamcı kadrolara saldırdı, başörtülü talebeleri okullardan attı, yurtları kapattı vs. Refah-Yol Hükümeti’nin Başbakanı Necmettin Erbakan’ı istifaya zorladılar, yine İstanbul Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı, okuduğu bir şiiri bahane ederek, cezaevine attılar. Bu süreçte bir başka İslamcı aktör, Gülen Cemaati Lideri Fethullah Gülen, hakkında açılan dava dosyaları bahanesiyle, ABD’ye iltica etti. Tam da burada bir soru formüle etmem farz oldu, şudur; 28 Şubatçılar’ın, sanki Türkiye’de çok acil bir şeriat nizamı kurulma tehlikesi ve ihtimali varmış gibi, dindar/muhafazakâr kesimleri niçin terörize ettikleri sorusu, yıllardır beynimi kemiren ve hâlâ cevap bulamadığım sorulardan birisidir. Zira İslami kadrolar tarihte ilk defa 28 Şubat Süreci’nden sonra siyaset sahasında çok etkin bir güç elde edebileceklerdir. (Devam edecek).