Bizim neslin duyduğu bir cümle vardı biraz eski zamandan bahsederken. “Ah nerede o eski İstanbul beyefendileri, Hanımefendileri!”

Bu cümlenin altında bir özlem yatıyor. Birbirine huzur veren insanları arayışın bir ilanı gibi. O insanlara hasretin ifadesi gibi.

Görgü ve ahlak kuralları diye listelediğimiz ve bir dönem herkesin öğrenip uygulaması neredeyse mecburi olan ilkeleri göz göre göre önce değersizleştirdik sonra da kullanımını komik bulup ayıpladık.

Halbuki bu kurallar yüzyıllar içerisinde dinimizin ve öz kültürümüzün emir ve tavsiyeleriyle oluşturulmuş bir hazineydi.

Evdeki bakır eşyaları plastiklerle değiştiren değerbilmez bir insan gibi köksüz, tatsız ve ahlak yoksunu bir takım ucube davranışlarla hazinemizi değiştirdik.

Kimi zaman adına moda dedik, kimi zaman artık geçti o zamanlar dedik, kimi zaman modernleşme, kimi zaman da çağdaşlaşma dedik ve iç sesimizin haykırışını susturduk.

Soru sormanın da bir adabı vardı. Selam vermenin ve almanın da bir usulü vardı. Bakkaldan bir şey istemenin nezaketi olduğu gibi, komşuluk ilişkilerinin de bir nezaketi ve kuralı vardı.

Yemek sofrasının bir anlamının olduğu gibi mutfağın da bir kültürü vardı. Bilmenin bir duruşu olduğu gibi bilgisizliğin de bir utangaç hali vardı.

Anneliğin, kadın olmanın, hanım eş olmanın bir asaleti olduğu gibi babalığı, erkek olmanın, bir hanıma eş olmanın da bir kıymeti vardı.

Evet, kapitalizm ve onun Truva atı olan globalleşme hareketleri bütün dinlere ve yerel kültürlere savaş açmış durumdadır. Dünyayı tek bir şehre, o şehrin insanlarını da tek bir kalıba sokmaya çalışıyorlar. Bu çalışmalarında da etap etap ilerledikleri görülmektedir.

Dünyanın her ülkesindeki bilinçli insanlar hem şaşkınlar hem de korku içindeler. Bir kaybolma korkusu, huzuru kaybetme korkusu, içsel tatmin kârlığın telafisi mümkün olmayan bir şekilde yok olması korkusu bilinçli insanların ruh sağlığını tehdit etmektedir.

Bu sistemde sosyal dayanışma ruhu tehlike olarak algılanmakta ve insanın bireyselleşmesinin tek yol olduğu anlayışı çocuk yaştan itibaren empoze edilmektedir. Bireyselleşme, aynı zamanda yalnızlaşma anlamına gelmektedir.

Sosyal devlet anlayış ve uygulamaları ilk yıllar insanlara çok cazip gelmişti. Batının yaşadığı zulüm içerikli toplumsal hayat için de bir ilaçtı. Ama ilerleyen yıllar bu ilacın insanları başka bir hastalığa sürüklediği görüldü. Bu ideolojileri yazanlar bu günleri biliyorlar mıydı bilemem ama gelinen noktada yalnız, bencil, huzursuz, mutsuz ruh hastası insanlar çoğalmaya başladı.

Konuşmaya hasret yaşlılar, arkadaşı olmayan çocuklar, birbirini tanımayan komşular, evlerde yalnız ölen ve günler sonra bulunan yaşlılar bun durumun en somut örneklerindendir.

İnsanlar eğitim yerine kurallara alıştırıldılar. Cezalarla tehdit edilerek terbiye edilmeye başlandı. Yalnız başına yemekler yenmeliydi hatta hazır yiyeceklere mahkûm edilmeliydiler. Yalnız müzik dinlemeli, becerebilirse ruhuna dans ettirmeliydi. Gülmeyi unuttu. Çünkü tek başına gülmek çoğu zaman gülmek imkansızdı. Tek başına gülene deli de diyorlardı. Sanki gülmeyen akıllıymış gibi.

Batı toplumunun parası vardı, evi vardı, işi vardı, geçimliğini devlet garanti altına almıştı ama tek şartı vardı yalnızlaşmak, kültürünü terk etmek, diniyle arasına mesafe koymak. Hepsi oldu sayılır artık.

Bizim insanlarımızın bir kısmının özendiği bu durum pek yakında bizim toplumun da gerçeği olacak gibi. Çünkü kök değerlerimizi terk etme aşamasını sarhoş gibi yaşıyoruz.

Gelişmeye evet. Değişime de kontrollü olmak şartıyla evet. Ama başkalaşma gibi kontrolsüz bir şekilde hayat felsefesini çok hızla değiştirmeye şiddetle hayır demeliyiz.
aksi takdirde geçmişine yabancı ve köksüz bir kalabalık olmak kaçınılmaz olacaktır vesselam.