Kalem biçimindeki tokasını çekti ve kalın, şarap rengi kadife perdenin aralığından zoraki giren güneş demetinde oynaşan kumral saçlarını şöyle bir savurdu.
Yüzüne ilk bakan sadece gözlerini görürdü.
Kocaman ve simsiyah gözler…
Onunla ilk konuşan gözlerine bakmadan konuşamazdı…
Sıcak, öpülesi bir bakış…
Kızılcık dalı kıvrımındaki kalın kaşların arasında yer alan belli belirsiz çizgi, gözlerindeki sıcaklığa inandırıcılık kazandırıyordu…
Kalem biçimli tokasını dudaklarının arasına sıkıştırıp başını hafifçe eğerek, iki eliyle birden saçlarını toplamaya başladı.
Aynı anda kaşlarını da kaldırıp simsiyah bakışlarını erkeğin sevgi ve tedirginlik dolu ela gözlerine dikerek, “Ne yapalım! Kader…” diyerek baktı.
Erkek, konuşurken sesinin çatallaşmasından ve detone sesler çıkarmasından korkarak gırtlağını sessizce temizlemeye ve yutkunmaya çalıştı.
Konuşacaktı, konuşmasına ama konuşamıyordu…
Dağlarda, elde silah ve tam teçhizat dolaştığı günleri, günlere ekleyerek hep bu anı düşünmemiş miydi?
Son anda yediği kurşunla günlerce baygın kaldığında bile yaşama hırsını, “aşkından” almamış mıydı?
Bu “an” geldiğinde “seni seviyorum” demeyi kurmamış mıydı?
İşte “o an” gelmişti.
Ama diyemiyordu.
Kadın saçlarını toplamış ve kalem biçimi tokasını yeniden takmıştı.
Karşısında oturan erkeğe, gözlerindeki sıcaklığın içine ustaca gizlediği acıma duygusuyla karışık, “artık olmaz” anlamını yükleyerek bakıyordu.
Sonra bakışlarını erkeğin yüzünden aşağılara doğru indirdi.
O an, neden bir şey diyemediğini anladı erkek…
Kadın, artık kendisini istemiyordu.
İstemeden öte, onun bu haliyle hayatı doyasıya yaşayamayacağını bakışlarıyla ifade ediyordu.
Yutkundu, baktı ve bir kez daha yutkundu…
Gözlerini, kadının gözlerinden ayırarak yan tarafa bıraktığı koltuk değneğine uzandı.
Artık kendinin olmayan bacağını öne uzatıp koltuk değneğini, koltuk altına kıstırıp kendinin olmayan bacağına yüklenerek ayağa kalktı, döndü ve bir adım atıp durdu.
Şok geçirdiğini sandı bir an…
Kadın da ayağa kalkmış arkasında duruyordu…
Erkek, “İyi de böyle olmasını ben istemedim ki!” dedi, istemediği halde çatallaşan ve kendine yabacılaşmış sesiyle.
Ve gözlerine hücum eden yaşları tutamadı.
Devleti ve içinde sevdiği kadının da olduğu halkı için kaybettiği bacağının aksamasıyla yürümeye başladı…
Kendisini bir “hiç” olarak düşünüyordu.
Hiç...
Oysa “hiç” olan sadece kendisi değildi…
Kimi kendisi gibi “beka” yüzünden hiç olmuştu, kimi milyonlarcası da umutları kaybolduğu ve günü bile kurtaramadığı için “hiç” olmuşlardı.
(Onlarca yıl bu ülke için mücadele etmiş ama sonrasında kenara atılmış asker bir dostumu kaybettim. Hayatından kısa bir kesiti onun anısına sizlerle paylaşıyorum…)
Askerin yaşamını muhteşem kalemle bize de yaşattın. Askere Tanrıdan rahmet diliyorum. Mekanı cennet ruhu şad olsun
Bir solukta okudum. Vatan için kaybettiklerimize Allah rahmet eylesin. Duygulandım.
Güzel yazıyorsun, beynine sağlık.