Dün Cuma hutbesinin konusu ‘Aile’ydi…

Nedir, nasıl bir şeydir aile?

İki insanın hayatını birleştirdikten sonra çocuk sahibi olup, onları rastgele büyüttükleri bir ev mi? Kadının temizlikle, yemekle, çamaşırla uğraşmakla, adamın ise akşama kadar çalışıp para kazanmakla mükellef olduğu bir yapı mı?

Sadece aynı çatı altında yaşamak, aynı masada yemek yemek mi aile olmak?..

Elbette hayır.

Hüznün ve sevincin eşit paylaşımıdır aile olmak. Aile demek iyi günde, kötü günde birbirine destek olmak demektir. Eşler arasında sevgidir, saygıdır, hayırlı evlat olmaktır aile. Toplumun en güzel özetidir aslında. Bir toplumu ayakta tutabilmek için ne gerekiyorsa bir aileyi ayakta tutabilmek için de aynı şeyler gerekli. Yaşayan bir kültürün yapı taşıdır aile. Ve aynı zamanda kendi içerisinde de aynı kültürü yaşatan koruyucu bir unsurdur. Dolayısıyla aile yapısı ne kadar çok korunuyorsa toplum da o kadar korunuyor demektir. İki farklı dünyanın birleşip, entegre olup, yeni bir dünya inşa etmesi gibidir bu süreç ki, zor ve bir o kadar sancılıdır aslında.

Yapılan araştırmalara göre evlilikte ilk beş yıl en kritik dönemdir. Çünkü iki insanın birbirini olduğu gibi kabullenmesi kolay değildir. Her iki taraf da kendi aileleri içerisinde nasıl bir düzende büyümüşse o düzeni arar. Hani evliliklerde klişe haline gelmiş bir deyim vardır, ‘annemin yemeği’ gibi. Bu kavram aslında eşler arasındaki her şey için geçerlidir. Oysa her ne kadar aile olmak için hayatlar birleşmiş olsa da karşıdaki insan hala kendi başına diğerinden ayrı bir bireydir. Evlilik öncesinde ve evliliğin ilk zamanlarında iki tarafın da ‘çok mutlu olma’ beklentileri ne kadar yüksekse hayal kırıklıkları da o denli büyük yaşanır. Zaten hayat mutluluğun, acının, sevincin ve hüznün iç içe geçmiş hali değil midir?

Evlilik hayattan kopuk, toz pembe bir dünyanın kapılarını aralamaz hiç bir zaman. Dolayısıyla zorlukların, mutsuzlukların, hayal kırıklıklarının zaman zaman yaşanabileceğini ama birlikte aşılabileceğini iki tarafın da kabullenmesi gerektir. ‘Biz’ olma kavramı, aile olmanın olmazsa olmazıdır. Bir başka olmazsa olmaz da ‘güven’dir. Eşlerin birbirine güvenle bağlanması sağlam bir ailenin kurulmasında çok önemlidir. Eşlerin, daha en başında birbirlerine güvenip öyle yola çıkması şarttır. Güven, genel anlaşılan manada kolay kazanılan ve kaybedilen basit bir duygu değildir. Bir ömür her koşulda yanında olabileceğini bilmek ve hissettirmek güven duygusunun temelini oluşturur. Güven öylesine kuşatıcı bir duygudur ki aileyi sardığında tüm bireyler huzurun tadını çıkartır. Bir başka unsur, ‘Affetmek’ ve ‘Bağışlamak’tır. Hata yapmak insana mahsus. Hatalar her zaman yapılır. Hata yapan tarafın hatasını kabullenmesi, karşı tarafın da bu kabulleniş karşısında insiyatif kullanarak affetmesi, eşleri birbirine yakınlaştıracaktır. En başında halledilmeyen sorunlar, çocuklar olduğunda eşlerin birbirlerini daha çok ihmal etmesiyle birlikte daha da artacaktır. O yüzden aile henüz iki kişiden ibaret iken her iki tarafın da birbirinin farkına varması ve bu yönde adımlar atması sağlam bir aile kurulmasında çok büyük rol oynayacaktır.

Yazının başında da vurguladığım gibi aile toplumun bir özetidir. Bugün toplumumuzdaki dejenerasyondan bahsediyorsak bu, ailelerin de dejenere olduğu anlamına gelmektedir. Öyleyse yapılması gereken şey düzelmeyi aileden başlatmak olmalıdır. Aile yapısı düzelirse, olması gerektiği hale gelirse toplum da düzelecek ve hepimizin arzu ettiği seviyeye gelecektir.