Teknoloji öyle ilginç bir kavram ki, herhangi bir boyutunu incelemeye başladığınızda konu giderek derinleşiyor ve sizi felsefi tartışmaların içine doğru sürüklüyor. Geçtiğimiz haftalarda dijital fotoğraflar üzerine yaptığımız değerlendirmeler bizi önce dijital istifleme bozukluğu ve sürdürülebilirlik açısından depolama sorunlarına, ardından da dijital mülkiyetin miras sorunlarına ve son olarak da dijital dünyada çocukların mahremiyet haklarına kadar götürmüştü.
Benzeri tartışmaların esasen yeni teknolojilere ilişkin risklerin bilinemezliğinden kaynaklanmakta olduğunu söyleyebiliriz. ‘Collingridge İkilemi’ olarak adlandırılan bu durum teknolojinin gelişimini etkileme veya kontrol etme çabalarının bilgi ve güç ikilemiyle sonuçlandığını gösteriyor.
Daha basit anlatımla, yeni teknolojilere ilişkin sıkıntıların gelişim ve kullanım aşamalarında ortaya çıkan bilgi ve güç sorunları olduğunu söyleyebiliriz. Yeni teknolojiler kapsamlı bir şekilde geliştirilip yaygın olarak kullanılıncaya kadar etkileri kolayca tahmin edilemez. Bu durum bilgi sorunu olarak adlandırıyoruz. Teknolojik gelişmelerin bizi nereye götüreceğini gözlemlemek için beklemek durumunda ise gelişen teknolojinin artık hayatımızın bir parçası haline gelmesi sonucunda onu kontrol etmek veya değiştirmek oldukça zorlaşır. İşte bu durumu da güç sorunu olarak adlandırıyoruz.
Teknolojik gelişmelere temkinli yaklaşıp sebep olabileceği tehlikelere karşı teyakkuz halinde olmanız durumunda teknoloji düşmanı olarak görülebilirsiniz. Teknoloji artık hayatınızdan çıkamayacak kadar ciddi kullanım alanı bulup sıkıntıları çaresizce izlemek durumunda kalmanız durumunda ise iş işten geçmiş olabiliyor. Collingridge İkilemi, bu sorunu 1980’de ilk kez gözler önüne sermesi açısından önem arz ediyor.
Bireylerin baz istasyonlarına, nükleer santrallere, aşılara ve diğer pek çok teknolojik gelişmelere yönelik endişelerini esasen bu bağlamda değerlendirmek önem taşıyor. Bu konuda “İhtiyat İlkesi” başta olmak üzere farklı çözüm önerileri tartışılsa da literatürde yaygın olarak kabul gören çözüm önerileri pek bulunmuyor. O yüzden de devletlerin ve uluslararası kuruluşların belirlediği regülasyonlar halen bu gelişmelere yönelik güvenmek zorunda kaldığımız en önemli kaynaklar olarak görünüyor. İlerleyen haftalarda bu kapsamda değerlendirmelere devam etmek faydalı olabilir.