Evet, her birinizin iki asırdan fazla bir süredir, ısrarla ve inatla, asla söylemediğim bir söz yüzünden, “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” cümlesi üzerinden, hemen her gün kulaklarını çınlattığınız o meşhur kraliçe! Bundan tam 227 sene evvel, giyotinde idam edilmek suretiyle, bu dünyaya veda ettim. Kuşkusuz ki tarih denilen bu büyük derya, her canlıya kendi dönemi içinde bir rol biçer. Bana da tarihin o aralığında kraliçe rolü düştü, rolümü oynadım ve çekildim. Ve geçen zaman içerisinde her şey, bütün olaylar ve bütün karakterler yerli yerine oturmuş olmalı.
Peki benim rolüm niçin kraliçelik olarak verilmişti, izninizle buradan başlamak isterim; 1755 senesinin 2 Kasım günü Viyana’da, Avusturya kraliyet sarayında doğdum. Benim doğduğum çağlarda monarşi bir yönetim biçimiydi ve bizleri dinimizin en yetkili kişisi bilhassa kutsardı. Yani kraliyet hanedanından gelen bizler, diğer çocuklardan farklı olarak bizzat “Tanrı” tarafından kutsanırdık ve bu nedenle, doğuştan gelen ayrıcalıklarımız, üstünlüklerimiz vardı. Biz bu inançla ve bu telkinle büyütülürdük.
15 yaşıma geldiğimde Fransa Kralı’nın oğlu Louis ile evlendirildim. Evliliğim tamamen politikti, artık Avrupa savaşlardan bıkıp usanmıştı ve büyük devletler, veliahtlarını birbirleriyle evlendirmek suretiyle, büyük savaşların önüne geçmeye gayret ediyorlardı. Bu bağlamda, bana da Fransız tahtının veliahtı bir adam nasip oldu. Ama çok talihsiz bir kız olduğum o günlerde de belliymiş, kocalık nedir, sevişmek nedir bilmeyen, buzdolabı gibi soğuk bir adam bana düştü!
Siyaset nedir, politika nedir, devlet yönetmek nedir, hiçbir fikrim yoktu. İşin tuhaf yanı, kocamın da böyle bir yeteneği yoktu ve ikimiz de bunun farkındaydık. Ama tarihin tatsız şakalarından birisine o günlerde maruz kaldık, dört sene geçmeden kocamın dedesi olan kral aniden vefat etti ve biz, hiç de hazır değilken, Fransa kralı ve kraliçesi oluverdik! Ben ve kocam henüz 19 yaşındaydık, hiç hiçbir tecrübemiz yoktu. Ben sürekli partiler, eğlenceler düzenleyerek vakit geçiriyordum, kocam da ava giderek! Oysa geçen yüz yıllık süreçte yeryüzünde çok büyük değişiklikler olmuştu, birçok kutsal kavram, din de dahil, itibarını ve etkisini kaybediyordu. Pek çok yeni beşeri-sosyolojik kavram hayata dahil oluyordu, başta hümanizm, adalet, düşünce ve vicdan özgürlüğü. Ama benim bunlardan hiç haberim yoktu, çünkü benim dedelerim ve kocamın dedeleri, yüzlerce senedir bu şekilde ülkelerimizi yönetiyordu ve bu Tanrı’nın bir talimatıydı! Yani bu düzen kıyamete kadar böyle gidecekti, gitmek zorundaydı, çünkü bu düzeni Tanrı kurmuştu!
Ama 1789 senesinde Paris’te bazı kargaşalar olmaya başladı. Açıkçası bunlara pek anlam veremedik ve pek ciddiye de almadık. Ama aynı yılın Temmuz ayında Bastil mahpushanesinin basılması ve sonrasında yaşanan büyük olaylar, uykumuzun kaçmasına sebep oldu. Açıkçası ne olduğunu tam anlayamadık, ama bu, saraya karşı, yani bize karşı bir isyandı!
Evet, Paris resmen işçiler, memurlar, küçük burjuvalar, alt sınıf askerler ve krallık karşıtları tarafından ele geçirilmiş durumdaydı. Önce bizi yaşadığımız sarayımızdan aldılar ve Paris’te bir başka saraya iskan ettiler. Artık isyancıların bir anlamda tutsağı konumundaydık. Başka bir yol bulamadık ve kaçmaya karar verdik. Tam da Avusturya sınırına yaklaştığımız sırada köylüler bizi tanıdı, ihbar ettiler, yakalandık. Artık bize hain gözüyle bakılıyordu Paris’te, daha kötü bir yere iskan edildik. Süreç her geçen gün aleyhimize işliyordu.
Kocam ve çocuklarımın babası 16. Louis’yi 1793 senesinin Ocak ayında giyotine yatırdılar ve idam ettiler. Açıkçası böyle bir şeyi ne ben, ne de Avrupa’da herhangi bir insan bekliyordu, resmen şoktaydım. O günlerde ihtilali Robespierre adında acımasız bir avukat yönetiyordu. Hiçbir güç ve hiçbir tehdit, bu gözü kara ve idealist adamı durdurmaya yetmiyordu, hiçbir rüşvet talebine evet demiyordu ve aklı fikri devrimdeydi!
Çok geçmeden benim de idam kararım onaylandı! Açıkçası beni niçin idam ettiklerini anlamış değilim, kral olan kocamdı ve zaten öldürülmüştü! Şu halde beni pekala doğduğum ülkeye, Avusturya’ya gönderebilirlerdi ve orada, dul bir kadın olarak ömrümü geçirebilirdim. Ama galiba ihtilali yapan ekip, aristokrasi adına sahnede rol almış herkesi infaz ederek, insanlık tarihindeki bir dönemi ebediyen kapatmak istiyorlardı, başka bir cevap bulamıyorum. Ama ben öldürüldüğüme değil de, o günlerde henüz 8 yaşında olan oğlumla cinsel ilişki kurduğum yolunda yapılan iddiaya yanarım! Bu iğrenç ve aşağılık suçlamaya inanmayan belki de tek adam Robespierre’di ve fakat o da sessiz kalmayı tercih etti.
Özetle, 1794 senesinin Ekim ayında, giyotinin keskin bıçağı marifetiyle, bu dünyaya veda ettim. İdama giderken ne bir yaş döktüm gözlerimden, ne de yalvardım. Nihayetinde bir sınıfı temsil ediyordum ve o sınıfın onurunu korumak zorundaydım. Tarih bana bu küçük rolü vermişti ve ben rolümü böyle oynadım. Kimseye kötülük etmedim, kimsenin ölümüne karar vermedim. Tarihin bana biçtiği rolü oynadım ve usulca köşeme çekildim, o kadar. Şimdi sizlerin rolünüzü nasıl oynadığınızı seyrediyorum.