Bazen dostlarla yaptığımız sohbetlerde söz döner dolaşır, genel siyasete gelir. Ben pek söze karışmam, dinlemede kalırım ve biraz da farkında olmadan yüzüm ekşimeye başlar. Sohbete niye müdahil olmadığımı ifade etmek için dile getirdiğim slogan her daim şudur; “Çubuk Belinden yukarısına aklım ermez!” (Bunu bizim Yörükler daha güzel ifade ediyorlar, şöyle; “enişte ile devletin işine akıl ermez!”)
1999 senesinde Muratpaşa Belediye Meclisi’ne seçildim, henüz otuz yaşına yeni merhaba demişim. Meclise girdiğimde “belediye meclisi” denilen bir müesseseden hiç haberim yoktu, ne iş yapar, ne yer, ne içer, hiçbir fikrim yoktu. İçine girince öğrendim elbet, ama hiç de bana hitap eden bir yanı yoktu. Hiç bilmediğim imar mevzuatı konuşuluyordu sadece ve açıkçası ben bundan hiç memnun değildim. (Kuşkusuz şehrin gündeminin sadece imar mevzuatı olarak tezahür ediyor olması, bazı kimseleri ziyadesiyle memnun ediyordu!)
Memnun değildim, çünkü bir şehir meclisinin sadece imar parselleri üzerinde istişare etmesi, sadece kente yapılacak binaların boyu-posu, metrekaresi üzerine tartışması ve belediye meclis toplantılarında neredeyse başkaca hiçbir şey konuşulmaması, ne yalan söyleyeyim, çok tuhafıma gidiyordu ve anlayamıyordum. Giderayak, bütün bu olup bitenlerin son derece normal olduğuna ve eksikliğin kendimde olduğuna büyük oranda inanmaya başladım! Evet, kerli felli bunca adam bu gidişata itiraz etmiyorsa, yadırgamıyorsa, demek ki eksik olan, yanlış olan bendim! Böyle düşünerek kendimi avutmaya çalıştım. Zaten 10. senenin sonunda da, baktım ki benim uzmanlık alanıma dair kelam edilmiyor buralarda, benden bu kadar deyip, çekip gittim.
Aradan tam on sene geçti ve hiç hesapta-kitapta yokken, aklımda-fikrimde yokken, kendimi Kepez Belediye Meclisi’nde buldum, şu an bu görevdeyim. Heyhat! Değil mi ki şehir meclisine üye yazıldık, değil mi ki “yerel parlamenter” ünvanı boynumuza asıldı, değil mi ki, “uyur idik uyardılar / diriye saydılar bizi”, o halde, yaşadığımız şehre dair kelam etmek, bu şehir için hayırhah işler işlemek, boynumuzun borcu olmalıdır. Elbette biliyorum, bir şehir sadece belediye meclisinden yönetilemez, başta sivil toplum örgütleri olmak üzere, şehrin mimarisine, estetiğine, gelişimine, sosyolojisine, ekonomisine kafa yoran insanların zaman zaman ses vermesi ve sesini duyurabilmesi gerek.
Peki ne yapabiliriz, ne yapmalı? Evvela herkesi ve hepimizi içine alan, kapsayan bir “bizim şehrimiz” üslubunu ve yaklaşımını etkili bir şekilde öne çıkartmak zorundayız. Yani bu güzel şehir, bu şehirde yaşayan herkesin ve hepimizin! Her ne şekilde ve gerekçeyle olursa olsun, bu güzel kentte daimi olarak yaşayan herkes, Antalyalı’dır, nokta! İkincisi, ortak paydamız “Antalya” olmalı. Siyasi görüşümüz ne olursa olsun, sağcı, solcu, İslamcı, Ülkücü, Sosyalist, demokrat, Kemalist, liberal… söz konusu Antalya ise, ortak bir duyarlılık, ortak bir mesele ortaya konulabilmeli.
Bir başka nokta, Antalya’ya “kurtarılmış bölge” muamelesi yapılmamalı. Evet, şehirde sosyal-demokrat, seküler bir ağırlık var ve bunu daha evvelki yazılarımda da ifade etmiştim. Ama yine de bu kentin bir metropol, her türlü sosyal-siyasal-kültürel yapıya mensup insanların çokça yaşadığı bir şehir olduğu gerçeğini aklımızdan çıkartmamalıyız. Yani Mustafa Kemal Paşa’nın “dünyanın en güzel yeri”diye tanımladığı bu cennet şehri, ideolojik-siyasi bir kavram üzere anılır hale getirmek Antalya’ya uymaz, yakışmaz.
Hülasa edecek olursak, evet, Antalya’yı yıkıp yeniden inşa edemeyiz ama herkesin kendisini ifade edebildiği, tarif edebildiği ve “hepimizin Antalyası” yahut “bizim Antalyamız”diye sahiplenebildiği, toplumsal barışını kendi içinde sağlamış bir şehir kültürünü kesinlikle realize edebiliriz. Yeter ki isteyelim ve bu meseleye samimiyetle kafa yoralım.