Türkiye’de siyasal İslamcı gelenek ile sol-liberal akımın oy birliği ile ittifak ettiği belki de tek mevzunun İttihat ve Terakki düşmanlığı olarak tezahür etmesinin sebebi ne olabilir, hep merak ettiğim sorulardan birisidir. Oysa İttihat ve Terakki aslında bir siyasi parti veya cemiyet değil, bir nesildir. 1880’li yıllarda doğmuş ve mektep yüzü görmüş çocukların kahir ekseriyeti İttihatçı’dır ve bu pek doğaldır. Zira “bizim” diye anılan veya bizim kurduğumuz onlarca şehir patır patır elimizden çıkmaktadır; Selanik, Makedonya, Filibe, Manastır, Girit, Üsküp, neredeyse Edirne bile… Devletin dağılması ihtimali gündemdedir.
Cesur, vatansever ve fakat bahtsız bir nesil
Şimdi bir an için gözlerinizi kapatın ve lütfen empati yapın; bir savaş-kargaşa başlıyor, düne kadar bizim dediğimiz Diyarbakır, Van, Kars, Kilis, Antep, Urfa şehirleri üç beş ay içerisinde kaybediliyor ve başka bir ülkenin toprağı haline geliveriyor! Hatta bu da yetmiyor, dünyanın büyük güçleri, ülkemizin geri kalan bölgelerini de taksim etmişler ve bütün imkanları ile harekete geçmişler bile! Hükümet çaresizlik içerisinde kıvranıyor, bu berbat durumu toparlayabilecek hiçbir manevra üretemiyor. Bu durumda ne yapardınız?
Evet, onlar da bunu yaptılar. Bir yandan silaha sarıldılar, bir yandan siyasete müdahil oldular, hatta darbe bile yaptılar! Kuşkusuz hatalar yaptılar, kuşkusuz boylarından büyük işlere girip çıktılar, kuşkusuz yanlış işlere de imza attılar. Ama geride üç asrı bulan bir gerileme ve dağılma dönemi vardı ve final bu kuşağın başında patladı! Yani sorumlu değillerdi, kahraman ve kurban demek belki de daha doğru olur.
Katiller, masonlar, komitacılar, serseriler…
Bu hususta en güzel anekdotlardan birisi, İttihat ve Terakki’nin yönetiminde de görev almış Tanin gazetesi başyazarı Hüseyin Cahit Bey’e aittir. Yıllar geçmiş, defterler dürülmüş, devirler kapanmıştır ve 30’lu yıllarda bir dost sohbetinde sorarlar; Yahu Hüseyin Cahit Bey, siz ki münevver, iyi eğitimli, dört lisan bilen, düzgün, hatta romanlar yazmış zeki bir muharrirsiniz. Sizin o katiller ve eli silahlı adamların içinde ne işiniz vardı?”. Hüseyin Cahit Bey’in cevabı pek çarpıcıdır; “evet, belki haklısınız, katiller, komitacılar, şeyhler, şıhlar, alimler, arifler, masonlar, kumarbazlar… hepsi vardı. Ama, memleket namına hayırhah işler işleyecek adamların tamamı da İttihat Terakki’deydi!”.
Doksan bin şehit nasıl “icat edildi”?!
İmdiii, gelelim asıl meselemize. Efendim, uzun yıllardan beri Sarıkamış Cephesi’nde doksan bin askerimizin, yazlık elbiseler giymiş halde ve tek kurşun atmadan şehit olduğuna dair bir şehir efsanesi, tekerleme halinde, söylenip duruyor. Hatta o kadar öyle ki, resmi kurumların, üniversitelerin, valiliklerin bile anma toplantılarında “Doksan bin şehit” edebiyatı hep dillendiriliyor ve sloganlaştırılıyor.
Esasen mevzunun kaynağı şudur; Köprülülü Şerif Bey (İlden) yarbay rütbesi ile Sarıkamış Cephesi’nde görevlidir. Savaş biter, yıllar geçer, tarih yaprakları 1921’i gösterdiğinde hatıratını yazmaya karar verir. Devir, İttihatçılar’ın lanetlendiği bir devirdir artık ve Köprülülü Şerif Bey, hatıratını, hakikate göre değil, dönemin ruhuna uygun olarak yazmayı tercih eder. “Tek kurşun atmadan doksan bin şehit” ifadesi ilk kez bu hatıratta geçer ve bundan sonra yazılacak bütün kitaplara kaynaklık eder.
Oysa işin gerçeği Genel Kurmay Harp Dairesi tarafından yıllar önce açıklanmıştır ve şöyledir; Sarıkamış Harekâtına katılan toplam asker sayımız 78 bin, 8 bini donarak ölmek suretiyle toplam şehidimiz de 23 bindir. Aynı harekât kapsamında Rus ordusunun kayıpları da 33 bindir. Bu rakamlar Genelkurmay’ın resmi açıklamalarıdır ve herhalde güvenmemek için bir sebebimiz olmasa gerektir.
Peki ama, hal böyleyken, “doksan bin asker tek kurşun atmadan donarak şehit oldu” ısrarının anlamı nedir? Anlayan beri gelsin.