Önceki gün Türkiye’nin ilk ‘postmodern’ darbesinin 19’uncu yıldönümüydü. Hani şu ‘bin yıl sürecek’ denilen 28 Şubat darbesinin…
Bırakın bin yılı 10 yıl bile sürmedi lakin onlarca yılda sarılamayacak yaralar, giderilemeyecek mağduriyetler bıraktı arkasında. Merhum Necmettin Erbakan'ın başbakan, Tansu Çiller'in dışişleri bakanı olduğu 28 Şubat 1997'de olağanüstü toplanan Milli Güvenlik Kurulu sonrası açıklanan kararlarla başlayan ve irticaya karşı ordu ve bürokrasi merkezli bu süreçte yaşananları yaşı 40’ın üzerinde olanlar çok iyi hatırlayacaktır. Bu dönem başta muhafazakar kesime karşı başörtüsü yasağı gibi uygulamalara sahne olmuş, başörtülü/türbanlı öğrenciler okullardan atılmış, ikna odaları kurulup başlarını açmaları için zorlanmış ve çok sayıda kamu personeli işinden atılmıştı.
‘İrticayla mücadele eylem planı’ ile anılan bu süreçte verilen kararların ve yaptırımların uygulanıp uygulanmadığını denetlemek için de dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir öncülüğünde Batı Çalışma Grubu kurulmuştu.
Son birkaç gündür 28 Şubat’ı anlatan belgeselleri izlerken aslında bizatihi yaşadığımız o dönemde olan biten birçok şeyin gerçek yüzünü nasıl göremediğimizi de bir kez daha idrak ettim. Neredeyse her 10 yılda bir darbe gören bir ülkenin bireyleri olarak darbeleri nasıl kanıksadığımızı hatırladım.
Bugün artık darbelere bizzat darbeyi yapanlar tarafından zemin hazırlandığını hepimiz biliyoruz lakin o günlerde birçoğumuz safiyane duygularla alkış tutmuştuk yaşananlara…
28 Şubat sürecinde sırf başları kapalı diye okullara, kamu kurumlarına sokulmayan öğrencilere içten içe yüreğimiz sızlasa da, darbecilerin, “Bizim de anamızın bacımızın başı kapalı ama bunlarınki siyasi simge..” savunmalarına inanmayı tercih etmiştik...
Kamu kurumlarında, orduda sırf namaz kılıyorlar diye yüzlerce insan işlerinden atılırken de, darbecilerin ‘Bunlar irticacı..’ açıklamalarıyla kendimizi avutmuştuk.
23 Ekim 1996'da ortaya çıkan Aczimendiler, o dönem tüm medyada yer alan Fadime Şahin ve Aczimendi lideri Müslüm Gündüz olayı. Sonradan sahte şeyh olduğunu öğrendiğimiz Ali Kalkancı gibi, samimi Müslümanları kızdıran karakterlerin ortaya çıkması da darbecilerin inandırıcılığında önemli rol oynadı. Birçoğumuz bu manzara karşısında darbecilerin ‘haklı’ olduğunu düşündük. Dolayısıyla yapılan mezalimlere gözümüzü, kulağımızı, daha önemlisi vicdanımızı kapattık.
Bu yüzdendir ki, 30 Ocak gecesi Sincan Belediyesi'nin düzenlediği ve İran Büyükelçisi Ali Rıza Bugheri'nin de katıldığı Kudüs Gecesi (ki bardağı taşıran son damlaydı) sonrasında 4 Şubat'ta Ankara Sincan'da askerlerin 20 tank ve 15 zırhlı araçla geçiş yapmasını da, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya’nın 'irtica, PKK'dan daha tehlikeli' demesini de alkışladık…
Evet bu bir itiraf, bir özeleştiri yazısı…
Yıllarca bu ülkeyi istedikleri gibi yönlendiren, ortalama her 10 yılda bir balans ayarı çekenlerin gerçek yüzlerini göremedik maalesef…
Kimimiz vatan, millet, bayrak sevdasından, kimimiz bireysel hak ve özgürlükler adına, kimimiz ‘şeriat’ korkusuyla askeri vesayete hizmet ettik farkında olmadan…
Şimdi her şeyin farkındayız. Her şey ayan beyan ortada. Ve bu yüzden sırf vesayetlere son verdiği için mevcut iktidarı alkışlıyorum. Savunmadığım, tasvip etmediğim birçok unsur olmasına rağmen yaşanabilecek 28 Şubatların önünü kestiği için, Türkiye’de askeri darbe geleneğine son verdiği için iktidarı kutluyorum.
Ve ağızlarını her açtıklarında demokrasiden, insan hak ve özgürlüklerinden bahseden kesimlerin sırf iktidara olan nefretleri nedeniyle darbe zihniyetini savunmalarını ise dehşet ve ibretle izliyorum…
Sevgiyle kalın.