Hayatım boyunca, ahlak üzerine, babamın öğrettikleri bana şiar olmuştur.
Zarafeti, kibarlığı, hakkaniyetli olmayı, saygıyı, nazik ve ince bir dil kullanmayı hep rahmetli babam öğütledi bana…
İzlerdim onu.
İri, kaba/saba cüssesinden beklenmeyecek şekilde pişirdiği ekmeği satardı ve parasını aldığında teşekkür etmeyi ihmal etmezdi.
Fırın kapağının önünde o cehennem sıcağında dere misali terler akarken yüzünden bedenine, hiç şikâyet etmez, bir tanıdığı kafasını uzattığında kan/ter içindeyken bile gülümseyerek selamını alır, hal/hatır sorardı.
Ben hiç kimseden “ahlak üzerine mektup” almadım.
Ne öğrendiysem babamdan öğrendim.
Bana hep derdi ki;
“Oğlum insan gibi konuş, karşındakiyle -insan insana- iletişim kur, insanlara inan…
Darda kalanlara yardım et, emeğini ve elindekini darda kalanlarla paylaş.
İnsanlar sana zarar verebilir ama sen yine de sana zarar verenlere iyi niyetle yaklaş.”
Rahmetli Hz. İsa gibi bir adamdı yani…
Birisi bir tokat attığında öteki yüzünü de çevirmekten rahatsız olmaz, ikinci, üçüncü tokadı yediği zaman bile kimsenin “üzerini çizmez,” bekler ve belki yaptığından utanır, arlanır diye düşünürdü…
Ne yazık ki babam, tüm bu faziletleri taşımasına karşılık, kimi hokkabazlar ve bazı şahbazlar yüzünden çok zarar görmüştü.
Ben her ne kadar babanım öğütleriyle büyümüşsem de anaerkil bir ailemiz olduğundan rahmetli anamın şu uyarılarını da kulak ardı etmezdik.
“Oğlum hasetlerden, kindarlardan, çekemezlerden, kıskançlardan ve hele gögüş gözlü insanlardan kendinizi koruyun.
Çünkü bu türden insanlar kendilerini tavla beygiri gibi satarlar ama özünde karakaçandırlar.
Ne zaman ve nasıl çifte atacağını bilemezsiniz.
Yal verdiğiniz elinizi birden kaparlar, ne olduğunu bile anlayamazsınız.”
Rahmetli anam Hz. Peygamber gibi kendisine bir tokat atana, öteki yüzünü çevirmez bir tokatta o, atmaya çalışırdı.
Geçenlerde oturup kendi kendimi analiz etmeye çalıştım.
Ben babama mı daha çok benzemişim, yoksa anama mı? diye düşündüm, durdum.
Sonuçta babama daha çok benzediğime karar verdim.
Çünkü insanlardan, özellikle inandığım ve her şeyimi paylaştığım insanlardan o kadar çok kazık yedim ki, bugün geriye baktığımda kendimde inanamıyorum bu kadar kazığı nasıl yediğime…
Ama babam bana “insanlara inan” demişti, ne yapayım!...
Lakin bir şeyden dolayı çok mutluyum.
Bana kazık atanların beş paralık itibarları kalmamış…
Uçan kuşlar bile bu adamları gördüklerinde rotalarını değiştiriyorlar, ne olur ne olmaz, diye…
Ben mi?
Ben rahatım.
Çünkü bu ilk kazık yiyişim değildi ve çok şükür ki uçan kuşlara selam verebiliyor ve her çevrede güçlü bir itibarla dolaşıyorum…