Yörüklerin en temel yaşam biçimi kışın köyde/kasabada oturmak, yazın ise yaylaya çıkmaktır.
Eskiden yörüklerin hemen hepsi hayvancılıkla uğraştıklarından baharın ucu görününce yayla hazırlıklarını yapar ve sürülerini önlerine katarak yaylaya çıkarlardı.
Yaylalar denizden yüksekliği en az 1000/1500 metre olan, kar ve yağmurun zenginliğinden dolayı yeşil alanları bol olan yerlerdir, yani hayvancılık için elverişlidir.
“Ancak sadece hayvanların beslenmesi için değil, aynı zamanda nemin sıfıra yakın olması, sıcaklığın düşük ve havanın kuru olması ile de yazın kavurucu nemli sıcağından kaçmak için insanların da en önemli tercihidir.”
Zamanla kasabaların büyümesi, kentlileşme olgusunun gelişmesi, ekonomideki çeşitlilik yaşam tarzında da değişimler meydana getirmiş, yörükler hayvancılığı büyük ölçüde terk etmişlerdir.
Ancak, hayvancılığı bırakmalarına rağmen yazın girmesiyle beraber “yaylaya” çıkış tarzında bir değişiklik yapmamışlardır.
Döşemealtı, Konyaaltı, Kepez, Aksu ilçelerindeki yerli halk ve bu ilçelerde yaşayan yörükler yaz ayları gelince geleneklerini sürdürüyor, yine yüzyıllardır gittikleri yaylalara çıkıyorlar.
Zamanla bu gelenek yörüklerin olmaktan çıktı ve dışarıdan gelip Antalya’ya yerleşenler de yayla denilen alanlarda kendilerine ev alıp yaz aylarını orada geçirir oldular.
Gerçekten de yaylalarda yaşamak, doğanın insanlara sunduğu en büyük lütuftur.
Geçenin bir yarısı, cılız bir keçi sesinin yırttığı gecede ipil ipil pırıldayan yıldızların büyüsüne dalarsınız.
Öteden gelen bir kurt uluması içinizi titretir, kollarınızla kendinize sarılırsınız…
Bir taşın yarılması ile arasından fışkırıveren incir ağacının mucizevi şekilde gökyüzüne uzanışına hayran kalırsınız.
Beklemediğiniz anda aniden bastırıveren sağanak altında üşümeden sanki günahlarınızdan arınırcasına ıslanmanın keyfini, iç huzurunu yaşarsınız.
Her damlası yüreğinize düşen bir rahmettir.
Yağmur sonrası toprağın mis gibi kokan rahiyasının sarhoşluğu içinde Mart aynının ince dumanı gibi fışkırıveren mor, sarı, kırmızı binbir türlü adını bilmediğiniz, tarif bile edemeyeceğiniz çiçelerle oynaşırsınız.
Kuru sıcağın yakıcılığında elleriniz yüzünüz bronzlaşmaz, altın suyuna batırılmış bir renk alır…
Toprağa bin yıllık bir güçle sarılmış asırlık meşe ve çam ağaçlarının köklerinden fışkıran ve toprağa, doğaya hayat veren arı saflığında buz gibi suyu içtikçe içinize yeniden hayat dolduğunu hissedersiniz…
Su yürür damarlarınıza…
Daha yükseğe, daha yükseğe tırmanır, zirveye geldiğinizde katır tırnaklarının, deve dikenlerinin, öksürük otlarının, sığır kuyruklarının saldığı koku ile açılan genizlerinizden gelen gür sesinizle;
“Ferman Sarayınsa dağlar bizimdir”
“Zulüm ile abat olan, ah ile berbat olur”
diye haykırmaktan kendinizi alamazsınız…
Atatürk’ün “Toroslarda bir yörük çadırında duman tütüyorsa bu ülkede hala umut vardır” sözünün anlamını işte o zaman çok daha iyi anlarsınız…