19. asrın ortaları, yer Paris yahut Londra. Kapitalist üretim sistemi kelimenin tam anlamıyla çıldırmış haldedir. Akıldışı bir “kâr” hırsı bütün kıt’a Avrupa’sını işgal etmiş durumdadır ve burjuvazi para kazanmaktan başka hiçbir şeyle ilgilenmez olmuştur. O denli ileri gidilmektedir ki, 12-13 yaşlarında çocuklar bile madenlerde ve fabrikalarda boğaz tokluğuna günlük 16-17 saat çalıştırılmaktadır. Paris ve Londra açlığın, sefaletin ve fuhuşun merkezi durumundadır.
Sosyalizm reçetesi geliyor
İşte böyle bir dönemde Proudhon’un o meşhur çığlığı Paris sokaklarından yankılanır; “mülkiyet hırsızlıktır!” Ateş gibi bir kitaptır ve mülkiyet kavramının sosyo-ekonomik sürecini irdelemektedir. Ve aynı dönemde Sosyalizm kelimesi de konuşulmaya başlamıştır, 1850’li yıllardan söz ediyorum. İnsan emeğinin ve bizatihi insanın bu denli aşağılandığı, sömürüldüğü ve inkar edildiği bir sisteme isyan etmek bu noktada bir insanlık görevidir. Marks-Engels ikilisinin yayımladığı Komünist Manifesto ve Proudhon’un mülkiyet karşıtı mücadele pratiği, kapitalist hoyratlığa karşı yeni bir sistemin ayak sesleri niteliğindedir. Ve bu yeni sistemin adı ‘sosyalizm’dir. Sosyalizm, bu berbat sosyo-politik iklimde, çalışanların, emekçilerin, yoksulların ve emeği sömürülenlerin ideolojisi olarak Avrupa’nın tam göbeğinde bu şartlarda doğmuştur.
Türkiye’nin zengin solcuları
Türkiye Sosyalist Hareketi’nin etkili kadrolarının pek çoğunun büyük toprak ağası, fabrikatör ve elit ailelere mensup olmaları bana hep ironik gelmiştir; Rasih Nuri (İleri), Abidin Dino, M. Ali Aybar, Burhan Asaf (Belge), Murat Belge, Sadun Aren, Zekeriya-Sabiha Sertel, Zeki Baştımar, Nihat Sargın ilk aklıma gelen isimler. Bu noktanın sosyo-politik analizinin mutlaka yapılması gerekir, zira fotoğraf çok tuhaf görünüyor. Avrupa’da yoksulların ve ezilenlerin sahiplendiği sosyalist fikriyata Türkiye’de zengin, seçkin ve “beyaz Türk” diye tanımlanan aileler ve çocukları sahip çıkıyor, çok ilginç.
Türk Solu’nun silahlı devrim sevdası
Ve 1960’lı yıllara geldiğimizde sol, herhalde darbeci-ittihatçı-Kemalist geleneğin etkisinde kalarak, hızla jakoben-ihtilalci bir noktaya doğru savruldu. “Acil devrime ihtiyaç vardı ve bu nedenle silahlı mücadele yoluyla devrime ulaşılabilirdi, nitekim Latin Amerika’da Che ve arkadaşları bunu başarmışlardı, o halde Türk solcular da başarabilirlerdi!? Halk mı? Hiç önemi yoktu, tıpkı Rusya’da veya Çin’de olduğu gibi; önce devrim yapılır, ezilmiş ve bu nedenle cahil bırakılmış halk devrimden sonra “eğitilirdi!”. Mahir Çayan-Deniz Gezmiş- İ. Kaypakkaya çizgisi bu iddiayla ve 1970’lerin başında devreye girdi. THKP-C, THKO ve TİKKO adlı örgütleri kurdular ve silahlı mücadeleye başladılar.
Ve” iç savaş”
Bu silahlı-ihtilalci gelenek, 70’li yıllardan başlayarak, sosyalist sola egemen olmaya başladı. Demokratik sosyalizmi savunanlar küçümseniyor, aşağılanıyor, “revizyonist-opürtünist” gibi sıfatlarla suçlanıyorlardı, 70’li yıllar böyle geçildi. Ülkücü Hareketin de silahlandırılmasına bağlı olarak Türkiye bu yıllarda tam bir sağ-sol çatışmasına ve iç savaşa sürüklendi, binlerce yoksul köylü çocuğu bu kavgada birbirini kırdı, öldü, öldürdü.
Savcı’nın rehin alındığı an
DHKPC (eski Dev-Sol) militanları Çağlayan adliyesini basıp savcıyı rehin aldıkları fotoğrafı yayımladıkları anda gözümün önüne 1970’li yıllar geldi. Yahu dedim kendi kendime; bu adamlar hiç mi tarih okumazlar, hiç mi sosyolojiye kafa yormazlar, böyle bir eylemin toplumda yaratacağı öfkeyi hiç mi hesaba katmazlar? Güya “faşizmden ve oligarşiden” kurtarmaya çalıştıkları bu “emekçi halkın” bu tür şarlatanlıklardan hoşlanmadığını kırk yıldır anlamamış olabilirler mi? İşin daha da ilginç yanı, bu saçma sapan eylemi savunan insanlar olduğunu da gördüm ve en çokta buna şaşırdım.
Demek ki Türkiye solculuğu tarihin çok gerilerinde kalmış. Ne geçen yarım asırda dünyada ve Türkiye’de yaşanan sosyo-politik süreçleri izlemiş ne kendisini sorgulamış. Pek yazık.