“Erbakan Hükümeti’nin laisizm gerekçesiyle devrildiğini kabul edemeyiz. Güzel bir Frenk atasözü var; bir insanı büyü ile öldürebilirsiniz, yalnız kahvesine miktar-ı kafi arsenik şarttır. Devrilmesinin üç maddi nedenini bulabiliyorum.
Bir; Necmettin Erbakan, Cumhuriyet döneminde İslam’ın siyasallaşmasında önemli figürlerin birisi olmasının yanında, “milli sanayi” politikasını da savunuyordu. Malezya’dan, F. Akgündüz vasıtasıyla binek otomobil ithaline kapıları açtı. Ucuz otomobil başta Koç, otomobil yapımcıları ve montaj sanayicileri çok zorladı. Çıkarlarını sarstı demek istiyorum ve Erbakan kendi kahvesine arsenik koyuyordu.
İki; bedelsiz ithal yoluyla, daha çok Almanya’dan, çoğunluğu ikinci el, otomobil getirilmesine izin verdi. Bu ise başta Koç, binek otomobilcilere ikinci büyük darbe olmuştur. Kahvesine arsenik koymayı sürdürüyordu.
Üç; Hazine’nin bankalarla ilişkileri için “havuz sistemi” hazırlığını duyurdu. Hazine, parasının bir kısmını özel bankalarda tutuyordu ve aynı zamanda, bütçe finansmanı için özel bankalardan borç alıyordu. Yalnız, parasına düşük faiz, borcuna yüksek faiz uyguluyordu. Bunu ortadan kaldırmayı vaat etti; Koç ve Sabancı’nın değirmenlerine akan suyu keseceğini ilan etmişti; günahı büyüktür.”
Olaylar ve gerçekler
Yukarıdaki satırlar, siyasal İslam projesine her daim cepheden muhalefet etmiş bir isme, Prof. Yalçın Küçük’e ait. Ve her ne kadar ideolojik olarak siyasal İslam karşısında konumlanmış olsa da, bilimsel veriler karşısında dürüst davranmak zorunda kalıyor ve bu tespitleri yazmaktan geri durmuyor. Peki o günlerde, yani 28 Şubat sürecinde, ortalığı birbirine katanlar, sokaklarda “Şeriat geliyor”, “Türkiye İran olmayacak!” “Hükümet istifa!” diye slogan atanlar, bu satırları okudular mı ve eğer okudularsa ne düşündüler? Yüzleri kızardı mı? Bilmiyoruz. Bildiğimiz, sosyalist soldan bazı küçük çaplı itirazlar geldiğidir ve diğer sol’un kahir ekseriyatının bu süreçte darbecilere yakın durduğudur.
Sol’un kör ve sağır hali
Şunu anlarım, bazen çok kuvvetli bir fırtına patlar, toplumun üstüne korkunç bir manipülasyon ve terör estirilir ve bu büyük baskı ortamında kanaat önderleri ve hatta siyasi liderler bile sağlıklı düşünemeyebilir, olan bitenin esasını göremeyebilir, bunu bir yere kadar anlarım. Amma ve lâkin, fırtına geçtikten, olan olduktan ve devir kapandıktan sonra da işin esasını “görmeyen” aktörleri hangi sıfatlarla anacağız? Onlara ne diyeceğiz, peki toplum onlara ne diyecek, hangi sıfatları layık görecek? Kuşkusuz bu sorular önemlidir ve sorulmalıdır. Örneğin o günlerde sosyal demokrat liderler, gür bir sesle, “Herkes işine gücüne baksın, siyasete dışarıdan müdahale esasen milli iradeyi sakatlar” şeklinde bir çıkış yapabilmiş olsalardı tarihin seyri nasıl gelişirdi? 2000’li yıllara nasıl girilirdi?
Kutsal devlet, cahil halk!
Bizim sol, hâlâ, toplumu ahmak, aptal ve pek cahil sanıyor. “Bu millet zaten geri zekalı, doğruyu yanlışı idrak edemez, hem de köylüdür ve cahildir, biz ne desek gider gene başkalarına oy verir, o halde başına geleni çeksin” mantığı sol’un temel anlayışının özetidir. Oysa aynı “cahil millet” 1977 seçimlerinde CHP’ye %42 oy verebilmişti! Türkiye’de sol’un “devletçi” mantığı her daim baskın olmuştur ve böylesi kırılma anlarında, büyük dönemeçlerde, her daim devlete, İstanbul sermayesine ve yüksek askeri bürokrasiye bağlı kalmıştır. Bana göre sol’un geniş halk kitlelerinde, Anadolu bozkırında ve şehirlerinde karşılık bulamamasının en büyük sebeplerinden birisi bu noktadır.