Dün gece düşüme girdi ak sakallı bir dede. Birdenbire, durup dururken. Evvela korktum, titredim. Ama kısa sürede sakinledim ve aramızda aşağıdaki diyalog yaşandı.
Dede: Derdin ne? Ne işin var bu gettoda? Ne yitirdin de ne arıyorsun?
Ben: Anlamadım! Ne gettosu, ne araması?
Dede: Anlamazlıktan gelme. Bal gibi biliyorsun siyaset meydanından bahsettiğimi.
Ben: Yürüyorum işte. Ülkeme, insanıma hizmet için…
Dede: Peh, hizmetmiş, bakıyorum yalan söylemeyi de öğrenmişsin, aferin.
Ben: Yalan değil…
Dede: Ülkene hizmet etmek istedin de başka mecra mı bulamadın? Neyse, bırak şimdi bunları. Soracaklarıma cevap ver; Dedelerin ne iş yaparlardı, biliyor musun?
Ben: Evet, galiba Aydın ovasından Teke dağlarına kadar olan bölgede keçi güdüyorlardı.
Dede: Yani konar-göçer bir yaşam, öyle mi?
Ben: Evet, öyle.
Dede: Peki baban ne iş yapardı?
Ben: Çiftçilik yapar ve inşaatlarda çalışırdı.
Dede: Yani dedelerinden ve atalarından devlet sisteminde görev almış, çalışmış bir kişi dahi yok, doğru mu?
Ben: Evet doğru. Hepsi de keçi çobanı.
Dede: Peki sen ne yaparsın, mesela ticaretten anlar mısın? Para nasıl kazanılır, nasıl taksim edilir, nasıl çoğaltılır bilir misin?
Ben: Pek kafa yormam bu meseleye. Anladığım da söylenemez. Kimseye yük olmadan ayakta kalmaya çalışırım.
Dede: Müteahhit misin? Tacir misin? Emlak tüccarı mısın? Bir şey alır satar mısın? İhale nedir bilir misin?
Ben: Hayır…
Dede: Peki niçin kaçıyorsun?
Ben: Kimden kaçıyorum ki?
Dede: Kimden olacak, kendinden!?!?
Ben: Nasıl yani?
Dede: Evet, resmen kendinden kaçıyorsun. Sana yabancı ne varsa ona yakın, sana münasip ne varsa ondan uzaksın.
Ben: Hiç farkında değilim.
Dede: Değilmiş. Bal gibi farkındasın, ama inatla kendini aldatmaya ve avutmaya devam ediyorsun.
Ben: Yüreğimi kanatıyorsun, bu kadar ağır lafı hak ettiğimi sanmıyorum.
Dede: Fazlasını hak ediyorsun. Kimselerde olmayan meziyetler verildi sana. Ama sen ne yaptın? Bunlara sırtını dönüp serserilik yaparak geçirdin ömrünü.
Ben: Nasıl meziyetlermiş bunlar?
Dede: Bir kelam üstadı, bir kalem ustası ve ebedi bir talebe olarak formatladılar seni. Ama sen bu fıtrata ihanet ettin!
Ben: Hayır, bu ağır suçlamayı kabul etmiyorum! Ben halâ okur-yazarım.
Dede: Öyle mi? Pekala, sana bir teklifim var. Ama bu senin son şansın olacak.
Ben: Nedir o?
Dede: Tam kırk yıldır sokak serseriliği yapıyorsun. Tüm bunlara veda edip ait olduğun yere, kitaplarına geri dön.
Ben: Bunu yıllar önce Cemil Meriç de söylemişti bana, ama onu da dinlememiştim.
Dede: Biliyorum. Ve şimdi beni de dinlemeyeceksin, bunu da biliyorum.
Ben: (mahçup bir edayla) Belki bu kez dinlerim.
Dede: Hiç sanmıyorum, senin bu sakin görüntünün altında inatçı bir keçi yatıyor! Ama yine de sana son bir şans veriyorum; beni dinle ve kütüphanene dön! Sen oraya aitsin. Ait olduğun yere git.
Ben: Ama intikam almam gereken alçaklar, mahcup etmem gereken insanlar var, öyle yarım bırakamam ki.
Dede: İntikam almak senin fıtratında yok, kendini aldatıp durma. Hem arzuladığın intikamı asıl benim dediğimi yaparsan alacaksın, inat etme ve dediğimi yap!
Birden, har soluk, kan ter içinde uyandım. Dede gitmişti, yoktu. Ama söyledikleri kelimesi kelimesine aklımdaydı. İlginç bir rüyaydı, hayırdır inşallah deyip doğruldum yataktan.
Hayırdır inşallah.