Sınıfımda ve okulumda, tartışmasız en yaramaz, derslerine en ilgisiz ve arkadaşlarımın içinde en umutsuz vak’a bendim. Hiç ders kitabı almıyordum, hiç ders dinlemiyordum ve hiçbir dersin notunu tutmuyordum, tüm lise yaşamım böyle geçti. Üniversiteyi kazanma ihtimalim hiç yoktu, çünkü hiç dersle, okulla, ders kitaplarıyla ilgim yoktu. Bütün öğretmenler benden yaka silkiyordu, gitse de kurtulsak şu tembel ve haylaz çocuk diye dua ediyorlardı. Ders çalışmadığım, not tutmadığım yetmezmiş gibi, bir de “solculuk” yapıyordum, devir Kenan Evren devri, olacak iş değildi!
Tek bildiğim, okul kütüphanesindeki bütün kitapları tekrar tekrar okumaktı. Geceler boyu, boş bulduğum her anı, böyle dolduruyordum. Çok şükür ben öğrenci iken cep telefonu ve bilgisayar gibi iki azılı terörist icat edilmemişti, yoksa o kitapları okuyabileceğimi hiç sanmıyorum. Bizim talebelik dönemimizin tek teröristi, televizyondu ama çok şükür ki, kanal sayısı fazla değildi, sadece TRT vardı.
Çok hızlı okuyordum. Bir gün, ülkücü bir arkadaşım, bana Erdal Öz’ün “Gülünün Solduğu Akşam” adlı kitabını verdi; “al, sizin adamlar yazmış, oku, pek güzel” dedi. Aldım, eve geldim, yaz tatiliydi zaten, sanırım 5-6 saat içinde okudum ve akşama doğru geri getirdim. “Noldu, niye getirdin?” dedi, okudum, güzelmiş dedim. Gözleri fal taşı gibi açıldı; “ulan oğlum bir de solculuk taslıyorsunuz, daha kendi adamlarınızın kitaplarını bile okumuyorsunuz!” diye çıkıştı bana!
Bir gün, Edebiyat dersinde, genç bir kadın öğretmen, Hüseyin Rahmi’yi anlatıyor, onun Türk edebiyatındaki yerini, önemini falan vurguluyordu. Ben de, her zaman yaptığım gibi, yanımdaki, yöremdeki arkadaşlarıma laf atıyor, onları taciz ediyor, şımarıklık yapıyordum. Birden bakışlarını bana yöneltti; “yeter be, sabahtan beri gürültü ediyorsun, dersi de dinlediğin yok, kalk ayağa!” diye bağırdı. Kalktım, mahcup bir şekilde yüzüne bakmaya başladım. “Ne anlatıyorum ben?” dedi, “Hüseyin Rahmi’yi” dedim. “Anlat bakalım” dedi, ben de; bir çok kitabını okuduğumu söyledim. Elbette inanmadı. “Yalan söyleme bir de!” dedi, söylemiyorum dedim. “Hazan Bülbülü’nü okudun mu peki?” dedi, okudum dedim. Hâlâ öfkeliydi, yalan söylediğimi düşünüyordu ve beni arkadaşlarıma utandırmak istiyordu; “anlat bakalım o halde” dedi. Başladım anlatmaya, bir tiyatro eseriydi, gerçekten çok güzel bir kitaptı. Ben anlattıkça, Hoca Hanım sandalyesine oturdu, usulca yüzünü yere indirdi ve; “herkes serbesttir, kitaplarınızı okuyun” dedi.
Üniversite yıllarımı anlatmaya bile gerek duymuyorum. 90’lı yıllardı, lanetli yıllar! Ne kadar yasak ve sakıncalı kitap varsa hepsi vardı talebe evimizde çok şükür. Polisler yılda birkaç defa evi basar, bizimle beraber ne kadar kitap varsa hepsini alır götürürler ve asla geri vermezlerdi. Emniyet teşkilatında Abdullah Öcalan’a “Abdullah Bey” denildiğini o günlerde öğrendim. Polis kütüphaneden aldığı kitapların listesini yapıyordu, bir ara döndü ve; “Amirim, Abdullah Bey’in de kitapları var burada” diye seslendi. Elinde Öcalan’ın müellifi olduğu bir kitap tutuyordu!
Hülâsa, kitap’ın, insanın başına nice büyük dertler açtığını ve fakat bazen de; nice zor kapının kolayca açılmasını sağlayan mucizevi bir anahtar olduğunu yaşayarak kavradım. Belki de bu nedenle, başta annem olmak üzere, devletin, toplumun, arkadaşlarımın, televizyonun, öğretmenlerimin ve fakülte hocalarımın bütün engellemelerine karşın, kitap okumaktan hiç vazgeçmedim.