İlk insandan günümüze insanlığın seyri baş döndürücü bir serüvendir. Bu serüvenin baş aktörleri bana göre bilim adamları ve sanatkârlardır. Onlar olmasaydı ortalama insanın yaşam tarzına mahkûm olacak ve hayatın görünen yüzünün ardındaki görünmeyen sırlara vakıf olamayacaktık. Bu hayatı bütün renkleri ile yaşıyorsak hiç şüphesiz onlar sayesindedir.
Osmanlının son döneminde yaşantısı, fikirleri ve intiharı ile dikkatleri üzerine çeken bir bilim adamı ve sanatkâr var: Beşir Fuat.
Bizim ilk pozitivist yazarımızdı. Parlak bir zekâ, hassas bir dimağdı.
Annesi tek fikri sabiti idi. Annesi gibi akıl hastası olmaktan korkarak geçirdi kısacık hayatını. Bu korku onun hayatının üzerine bir kâbus gibi çöker.
Aşk hiç ummadığı bir anda gelir onun da yakasına yapışır. İki evlilik yapar. Son evliliğini mektuplarında mutsuz ve istenmeyen bir evlilik olarak anlatır. Bu evlilik onu evlilik dışı bir birlikteliğe iter. Karısı ile sevgilisi arasında gel-gitler yaşamaya başlar. Ölümünden önce geride bıraktığı mektuplarda bu gel-gitler bütün çıplaklığı ile anlatılır. Beşir Fuat, kendisine sorulan sorulara cevap bulmakta pek mahir değildir. Karısı ona sık sık ağlayan gözlerle “niye eve gelmiyorsun?” sorusunu sorar. Fransız sevgilisi ise kışkırtıcı ve Beşir Fuat’ı çaresiz bırakan “artık beni sevmiyor musun?” sorusunu bir silah gibi kullanır. Fransız sevgilisine de bir ev açmak zorunda kalır. Beşir Fuat, bundan sonra iki ev, iki kadın arasında kalmaktan ve annesi gibi çıldırmaktan korkarak karmaşık bir hayatı soluklamaya başlar. Evliliklerinden 3 çocuğu olur ikinci oğlu Namık Kemal henüz 1,5 yaşında hayata gözlerini yumar. Fransız sevgilisinden de çocuğu olur. Kader işin içinden çıkılmaz bir hayat kurgular mustarip Beşir Fuat’a. Fransız sevgilisinden olan kız çocuğuna Feride adını verir. Feride bir Fransız subayının karısı sıfatı ile İstanbul’a akrabalarını araştırmaya gelir ama eli boş döner. Babasını bilmediği gibi ondan geriye kalan hayat kırıntılarını ve hatıralarını da bilme imkânına sahip olamaz.
Beşir Fuat artık yolun sonuna geldiğini anlar ve bir çıkış yolu bulamaz. Yürüdüğü bütün yollar onu çıkmaz karanlık bir sokağa götürür adım adım. Kan ve mürekkebin birbirine karıştığı son notu yazarak bu hayata veda eder. O, bu ölüm tercihine ameliyat demektedir:
“Ameliyatımı icra ettim, hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağıya indi. Yazı yazıyorum, kapıyı kapadım diyerek geriye savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı...”
Cahit Sıtkı’nın yolun yarısı dediği yaşta yani 35 yaşında tam bir ömrü noktalar. Asker, önemli çeviriler yapan, biyolojiye merak salarak bilimle uğraşan ve bizde Natüralizm’in yılmaz savunucusu olarak öne çıkan Beşir Fuat, ardında onlarca eser bırakarak eceli beklemek yerine kendi iradesiyle ölümü tercih eder. Yaşamı kadar ölümü de infial yaratır. Ölümünden sonra cesedinin tıbbiyeye kadavra olarak bağışlanmasını vasiyet eder. Cansız bedeninin tıp ilmine fayda sağlayacağını umarak böyle bir vasiyette bulunmuştu ama Müslüman toplumda bu vasiyeti yerine getirilmez.
Bu gel-gitli denizin fırtınası herhalde aşk idi. Beşir Fuat örneğinde olduğu gibi girdiği bedende rahat durmayan aşk, onu da ölümün kıyılarına vurmadan terk etmedi. Beşir Fuat, aşkın kurbanı mı, aşka kurban mı bilmem ama olay mahallinde aşkın izleri olduğu aşikâr.