Bir hoca olarak öğrencilerime her dersin sonunda soruları olup olmadığını, anlayıp anlamadıklarını sorarım. Bu sadece ders sonunda öğrencilerden soru sormalarını beklemek değil elbette. Ders esnasında da akıllarına takılan, daha iyi anlamalarını sağlayacak sorular sormalarını beklerim. Ama bu pek mümkün olmayan bir şey maalesef. Soru sormak bir yetenek, bir zekâ işidir bana göre. Çoğu zaman karşınızdakinin birikimini, kapasitesini, niyetini sorduğu sorudan anlayabilirsiniz. Öğrencilerim arasında kendini göstermek saikiyle soru soranlar olur, gerçekten anlamak için soranlar olur, çok zaman da fikri sabitleri sınavlar olduğu için sınava dönük soru soranlar olur. Bu soru çeşitleri niyet üzerinedir. Gerçekten öğrenmek, aklını meşgul eden hususlar olduğunda az da olsa soru sormaktan çekinmeyen öğrencilerim de olur. Bu da onların kapasitelerini gösterir. Hatta ara ara takılır Arjantin dizilerindeki gibi sorular sormayın derim. Bu tür sorular laf olsun diye sorulan cevabı bilinen sorulardır. Doğal olarak bu da öğrencinin kapasitesi hakkında bize bir ipucu verir. Demem o ki sorulardan ve bu sorulara verilen cevaplardan çıkarımlarda bulunabilir, hükümler verebiliriz.
Geçenlerde bir gazetede rast geldim. Avrupa ülkelerinde yaşayan 100 kişiye bir soru sormuşlar. Soru şu: “İspanya denilince ilk aklınıza ne geliyor?” 100 kişiden 87’si Don Kişot cevabını, 13’ü ise boğa güreşi cevabını vermiş. İşin ilginci boğa güreşi cevabını verenlerin tamamı İspanya’dan. Avrupalıların İspanyollar hariç ilk aklına gelen dünya edebiyatının ilk romanı olarak kabul edilen Cervantes’in Don Kişot adlı eseri. Don Kişot ilk olmasının dışında olağanüstü bir başyapıttır. Ayrı bir yazı konusudur diyelim ve geçelim.
Bu soru ve verilen cevaplar üzerinde düşünmeye değer. Avrupa kültürel köklerini biliyor ve ona kıymet veriyor. Doğal olarak bir milleti tanımlarken de onun edebi eserini başta hatırlıyor. Hemen akla geliveren eser Avrupa kültürünün temel dinamiklerini bünyesinde barındıran bir eser. Tam manası ile homojen olmasa da kültürel kodları, dilleri, dinleri açısından bakıldığında müşterek noktalarıyla bir Avrupa kültür ve medeniyetinden bahsedebiliriz. Bu medeniyetin - diğerleri de dahil edilebilir- tarihi serüveni ve DNA’sını anlamak istiyorsak bize en doğru bilgiyi o medeniyetin sanat ve edebî eserleri verir. Edebî eserler içerisinde de roman türünün yeri çok büyüktür. Bu yüzden Don Kişot’u, Suç ve Ceza’yı, Savaş ve Barış’ı, Madame Bovary’i, Sefiller’i, Faust’u… okumak bu eserlerin mensup olduğu milletleri en kestirme yoldan tanımak demektir.
Acaba aynı soru Türkiye için sorulsaydı ne cevap alınırdı. Elbette sormadan bilinmez ama bizi hatıra getirecek, dünya ölçeğinde bir sanat ve edebiyat eseri herhalde olmazdı. Bir Alman’a, bir İngiliz’e, bir Fransız’a, bir İtalyan’a milletinizi temsil özelliğine sahip 10 yazar ya da edebiyat eseri sayın denilse inanın en kötü 8 yazar ve eser üzerinde anlaştıklarını görürüz. Yukarıdaki soruya benim olumsuz kanaat bildirmemin sebebi bu! Bizde 10 yazar veya edebi eser sorulsa mübalağa etmiyorum 3’ü zor buluruz. Biz ne değerlerimizi biliriz ne de ortak bir paydada buluşabiliriz. Hele bu sanat ve edebiyat söz konusu olduğunda imkânsızdır.