Bu köşede yazmaya başladığım ilk gün “Bu köşede sanatın, kültürün çokça da edebiyatın o asude membaından beslenen yazılarla sizlere sesleneceğim.” diye yazmıştım. Bugün sizlere bir dizi filmden bahsedeceğim.
Sinema sevdiğim sanat dallarından biri. Senaryosunda, diyaloglarında, anlatım tekniğinde edebiyat sanatından beslenenleri daha çok severim. Geçen hafta sonu Netflix’te “From Scratch” adlı sekiz bölümlük bir dizi izledim. Bu diziye beni çeken şey, konusunun İtalya’da geçiyor olmasıydı. Herkesin kendince hayallerini süsleyen ülkeleri vardır. Benimki İtalya. Rönesansın, doğal olarak sanatın (heykel ve resmin), yemeklerin, mimarinin, doğal güzelliklerin buluşma yeri İtalya bende özel bir yere sahip.
İtalya sevdam beni bu diziyi izlemeye itti. From Scratch, Tembi Locke’un aynı adlı anı eserinden sahneye uyarlanan, Zoe Saldana ve Eugenio Mastrandrea’nın başrollerini oynadığı, romantik drama türünde bir dizi film. Kısaca konusundan bahsedecek olursak şunları söyleyebilirim: Amy, Amerika’da hukuk eğitimine ara verip 6 aylık sanat programı için Floransa/İtalya’ya gelir. Burada Lino adlı Sicilya’lı bir şef ile tanışır. Sanat eğitimini tamamlayan Amy, Amerika’ya Lino ile birlikte döner. Burada evlenirler. Bu evlilik kültürler ve kıtalar arası bir evliliktir ve bu farklılıklar pek çok sıkıntıyı da beraberinde getirir. Amy bir sanat galerisinde çalışırken Lino da Amerika’da bir Sicilya’lı olarak tutunmaya çalışır. Sicilya’nın küçük bir kasabasında çiftçilik yapan Lino’nun babası, oğlunun yaşadıkları kasabayı terk etmesinden dolayı onu defterden silmiş, katı bir adamdır. Bu yüzden Lino’nun düğününe ne kendisi katılır ne de anne ve kız kardeşinin katılmasına izin verir. Amy ve ailesi Teksaslı siyahi bir ailedir. Her şey yoluna girdi denildiği bir anda Lino kansere yakalanır. Uzun süren tedavi sonrası kanseri yener ama 7 yıl sonra tekrar nükseder kanser. Bu arada çocukları olmayacağını öğrenirler ve yeni doğmuş bir bebeği evlat edinirler. Kanser, Lino’nun karaciğerine sıçrar ve onu ölüme götürür. Lino’nun ölümünden sonra Amy ve kızı Lino’nun yaşadığı kasabaya gider ve oraya yerleşirler.
Bu dizi film hayatın kendisi gibi…İçinde acılar da sevinçler de var. Filmi izlenir kılan en büyük özelliği de bana göre burası, doğallığı. Kahramanlarımızın başından geçen olaylar ve bu olaylara verilen tepkiler herkesin günlük yaşamında görülecek türden. İlişkileri bozan, insanlar arasına katı duvarlar ören kültür farklılıklarının bile doğal bir şekilde nasıl aşılacağını bu film vasıtasıyla görüyoruz. Merkeze insanın ve onun yaratıcı gücü olan sevginin alındığı zaman her şeyin doğal bir süreç içerisinde nasıl da çözülebileceğine şahitlik ediyoruz. Bu dizi film aslında pek çok insana empati kurmasını öğretiyor. Kendisinden farklı olana karşı insanın tahammül, hoşgörü ve empatik yaklaşımla insanların nasıl bir araya gelebileceği ve birbirlerini anlayacaklarını izleyerek öğreniyoruz.
Filmin senaryosu, oyuncuların doğal yetenekleri, konunun ele alınış şekli, görsel zenginlikler hepsi bir araya gelince ortaya izlenilesi bir dizi film çıkıyor. Ben severek ve ağlayarak izledim. Galiba insan yaşlandıkça göz pınarlarının akmasına fazla mâni olamıyor. Özellikle son bölümleri hem hastalıkla mücadele ederek yavaş yavaş ölen hem de hayatta kalarak yaşamak zorunda olanlara empatik bakmamızı sağlayacak derin dramatik sarsıntılar yaşatıyor. İtalyanların Türklere benzediği söylenir hep. Bu benzerliği bizim “Babam ve Oğlum” filmindeki baba oğul ilişkisine benzer Lino ve babası arasındaki ilişkide gördüm. Belki de bu sadece bizim benzerliğimiz değil; rengi, dili, dini, yaşam tarzı farklı olanları birleştiren ortak paydamız “insanlığımızdır”. Ve biz bunun farkına sanatın o evrensel birleştiriciliği ile varıyoruz. Sanat mı hayatı yaratır, hayat mı sanatı sorusunu bir kere daha sorarak bitirelim bu haftaki yazımızı.